25 Aralık 2010 Cumartesi

Sana...

sana bir gün öyle bir şey bırakacağım ki,
hayır sorma çünkü henüz bende bilmiyorum.
arıyorum...
evet hala arıyorum
bulamadım
bulduysam bilemedim
henüz bilemediysem farkında değilimdir
farkında değilsem
olgunlaşmamışımdır yeterince
hani yemezsin ya henüz olmamış elmayı çünkü burar ağzını
işte bende bundan dolayı bulamadım hala.
arıyorum
bırakmadım peşini
hiç pes etmedim
etmeyeceğim
senin için
çünkü biliyorum ve hissediyorum
yakınlarındayım
yaklaştım
dolanıyorum çevresinde fakındayım
ama ortasından delip geçecek cesareti bulamadım henüz
dönüyorum sanki boş yere
ama her dönüşümde biraz daha daraldığını da görüyorum çemberin.
bazen deli cesaretiyle dalıyorum çemberin içine, dokunuyorum bir şeylere
ama dedim ya yeteri kadar olgunlaşmayınca insan
geçemiyor bazı korkularını
geçeceğim
bunu bildiğini biliyorum
bulacağıma olan inancını da sana her bakışımda gözlerinde görüyorum
işte bu yüzden daha çok seviyorum seni
çünkü sabrediyorsun bana
bulacağım az kaldı
ve oyunun ikinci perdesi asıl o zaman başlayacak...

13 Aralık 2010 Pazartesi

Bana ne, Sana ne, Kime ne?...

telefonla konuşurken karşıdan gelir soru ;
- nerdesin?
sana ne!!
ne gereksiz bir detaydır bu.
neden bu kadar gereksiz detaylara takılırız anlamam.
içi bu kadar boş, bu kadar anlamsız ve gereksiz
başka bir soru daha var mıdır?
dışarı çıkarsın yine soru ;
- nereye?
sana ne!!
kimseye nereye gittiğini, nereden geldiğini, gittiği yerde kimlerin olduğunu neredeyse hiç sormam.
bana ne...
karşımdaki isterse anlatır zaten,
kime ne nereye gittiği kimi gördüğü?
ilk bu ve bu sınıf alamsız sorular sorulduğunda
bu soruyu neden soruyorsun diye karşımdakine sorardım
ama baktım ki millet alınıyor
aaa nolucak yani basit bir soru sorduk, deyip kızarlardı.
ya güzel kardeşim bende aynı şeyi söylüyorum ya soru "basit"
daha sonra bu soru sorulduğunda susma hakkımı kullanarak
bu basit ve amaçsız soruyu soranı protest etmeyi denedim
o da işe yaramadı zira insanlarn boş şeylere olan merakı
n yazık ki bir adım ile gitmedi.
sonraları konuyu değiştirmeye çalıştım
ama dediğim gibi insanların büyük kısmı
üzüm yemek değil bagcı dövme peşinde.
yahu kardeşim be sana söylemiyorsam bunun sebepleri açıktır ;
1.- sana söylemek istemiyorum
2.- bilsen ne olacak..
yüzlerce kez denedim anlatmayı
bu sorunun cevabının sorana hiç birşey kazandırmayacağını,
anlamak yerine gıdım kafa yormaktansa
çoğu alınmayı tercih ettiler/ediyorlar.
kime ne kazanç sağlıyor bu tip anlamsız soruların cevapları blen varsa söylesin.
konuşuyoruz ama bomboş demişti biri bir şarkıda
ben boş konuşmamaya dikkat eden biriyim
zira dolu konuşmak önemli.
boş soru sormam
boş muhabbet yapmam
özellikle cevabı bana birşey katmayacak sorularla hiç ilgilenmem.
cevapta bana fayda varsa sorarım soruyu gerisinden
bana ne sana ne kime ne...

8 Aralık 2010 Çarşamba

Geride Ne Bırakacaksın?...

doğuyoruz,büyüyoruz,ölüyoruz,
bu sistem hiç değişmiyor.
kimimiz kendinden sonrası için "amannn sende" derken
kimimiz ise aynı sonrası için "bir şey yapmalı" diyor.
işte o bir şey yapmalı diyenler bir araya gelmiş
ve dünyanın önündeki belirli bir periyod için
beyin fırtınaları yaparak yeni bir belgesel-film yapmışlar.
eğer senden sonrası için "amannn sende" diyorsan izleme,
ama eğer benden sonrakiler önemli diyorsan ;
gir youtube'a
earth 2100 yaz ve izle
video ingilizce
yok benim ingilizcem yetmez diyorsan
youtube'ta türkçe altyazılısı da var.
hepimiz için yeni ufuklar açabilir...

1 Aralık 2010 Çarşamba

dedim, dedi...

dedim sen kimsin
dedi beni tanıyorsun
dedim çıkaramadım
dedi ben senim
hop dedim seni ilk kez görüyorum
ııh dedi ben hep burdaydım, sen görmezden geldin
dedim kaç yaşındasın
dedi saçmalama ben senim
dedim sen ben olamazsın çünkü ben böyle değilim
dedi bunca zaman aynısını söyledin ama ben senim
yok dedim olamazsın
inan öyleyim dedi
inanmaktansa inatlanmayı tercih ettim
dayılandım
kızdım
tehdit ettim
işe yaramadı
karşımda pişmiş kelle gibi durdu
dedi ne yaparsan yap  değişmez zira açtın kapıyı
dedim ne kapısı
dedi eeee kolay sandın dimi kendini ameliyat masasına yatırmayı?
dedim iyi gidiyorduk
dedi krem tabakayı rahat geçtin
ama derinlre inmeye başladıkça içine gömdüğün
benim üzerimdeki toprağı kaldırmaya başladın
dedi hani birkaç ay önce yine deşerken kendini
farketmiştin beni ama o gün benimle konuşmak yerine
pas geçmeyi ve beni daha derine itmeyi denemiştin
ama dedi söyledim ya kapı açıldı artık
neler çıkacak içinden nelerrrr
kendinle ilgili yıllardır derinlere soktuğun tüm karanlıklar
hepsi çıkacak zira kapıyı açtın.
dedim korkuyorum
dedi korku bu sürecin bir parçası
dedim peki ne yapmalıyım
dedi bugüne dek bana ne sordun ki şimdi benden cevap bekliyorsun
dedim eşeklik yapma yardımcı ol
yok yok yokkkk dedi yok öyle yağma
hem ben bilsem bunca yıl beni karanlıklarda saklamana bir şey demezmiydim
dedim sıçtık o halde
dedi keyfini çıkar o halde
dedim adın ne
dedi küçük selim
dedim ama ben onu aşmıştım
dedi kazmaya devam ettikçe anlayacaksın aşıp aşmadığını
dedim çok sürer mi daha
dedi oooo beyefendi ne zamandır benim fikrimi soruyorsun
dedim dalga geçme adamın asabını bozma
dedi hah işte yine yıllardır tanıdığım bildiğim selim oldun
dedi asarım keserim höt hüt işte benim tanıdığım selim
diyecektim demedim
sustum
o benim
ben oyum
demekki içerdeki temizlik bitmemiş
son kalanları da temizlemek adına yeni bir şekil yaptık
bundan böyle ben diyeceğim o da diyecek
ikisi bir olursa ben yapacağım
olmazsa biz yapmayacağız...

23 Kasım 2010 Salı

Teşekkürler Gürol...

bayramda birlikte vakit geçirdiğim
fikirlerine önem verdiğim
dinlemekten keyif aldığım bir arkadaşım var, Gürol.
bayramın günlerinden birinde sohbet ederken
söylediği bir şey kendimi baştan sona
tekrar kontrol etmemi sağladı.
ne dedi gürol bana?
- hani o sistemi yöneten ağır abile var ya, son zamanlarda artık ikinci bir hayatın olmalı diye
pompalayıp duruyorlar yani hem şehirdeki hayatın olacak hem de belirli bir yaştan sonra
yaşaman için daha doğaya dönük bir yaşamı fışfıklayıp artık hem şehir hayatı
hemde sonrası için bizi bağlamış durumdalar, hal böyle olunca artık iki defa çalışıp
kenara para koymalıyız!!!
dinlerken ilk anda aaaa herif haklı, demek ki bende sistemden çıkmaya çabalarken
aslında yine kucağa düşmüşüm diye düşündüm.
düne kadar her açıdan yine düşündüm bu konuyu.
kendine 55 yaş şehir hayatı biter inziva hayatı başlar dediğim ben,
pompalanan sistemin ince derinliklerine kadar araştırıp
sistemin içinde dışına çıkma zamanı gelene kadar hazırlık yapan ben
acaba kucağa düşmüş müydüm?
dün akşam son noktayı koydum.
hayır ben o kucağa düşmemişim.
zira bu hayat için yatırım yapmıyorum.
şehirde evim yok kiradayım,
evimde ihtiyacım olan eşyaların dışında fazlası yok denecek kadar,
bankada param yok, oluncada faiz repo mepo uğraşmıyorum,
oğlum için kenara bir para ayırıyorum,
okuluydu, ileriki hayatıydı falan diye
onun hayata daha hazır olabilmesi için hazırlığım var
bunun dışında bu sistemin beni sömürmesi için engellerim devam ediyor.
hedeflerimde sapma yok.
demek ki kucağa oturmamışım.
sağol gürol kardeşim,
dışarıdan şöyle bir salladın ve tekrar yolumda olduğumu gösterdin...

10 Kasım 2010 Çarşamba

Peki Ya Diğerleri?...

ne küçükken ne de büyürken
hiç idolum olmadı.
kimse benim gözümde kendime feyz alıp
hayatımı onun gibi yaşayacağım dedirtemedi bana.
hiçbir zaman başımdan geçen bir olay hayatımı değiştirmedi,
hiç tek bir olay çizgisinde giden hayatımı değiştirmedi
ama tek bir mesel hayatıma çok şey kattı.
kasabanın birinde yaşamış hayatı boyunca adam,
birkaç sefer dışında neredeyse hiç çıkmamış kasabasından.
tüm hayatı boyunca işi dışında yaptığı tek iş
kasabada yaşayanlara iyilik yapmak olmuş.
kimin başı sıkışsa hep yardıma gitmiş, iyilik yapmış.
gün gelmiş bizim adam ölmüş,
yukarı huzura çıkmış hesap vermeye
geniş bir odaya gelmiş sanki mahkeme salonu
ve karşısında birkaç melek oturuyormuş,
meleklerden biri sormuş ;
- ee anlat bakalım aşağıda neler yaptın?
adam cevaplamış;
- hayatım boyunca herkese hep iyilik yaptım, yardım ettim...
pekiii demiş meleklerden biri,
- ya yazman gereken kitaba ne oldu?
adam şaşırmış;
- aman efendim ne kitabı? ben ne anlarım edebiyattan falan.
diğer melek almış lafı;
- peki bestelemen gereken şarkıya ne oldu?
adam daha da şaşırmış;
- ne bestesi, ne müziği???
melekler ardı ardına peki ya bu iş ne oldu? şunu yaptın mı? diye sormuşlar
adam birkaç soru sonrasında mesajı anlamış...
kendime hiçbir zaman "şunu yapamazsın" demedim
hele bu hikayeyi yaklaşık 11 yıl önce duyduktan sonra hiç demedim.
basketbol oynadım,
deneme romanı yazdım,
internette 8 yıl futbol yorumculuğu yaptım
okul dönemimde bir kez bile ikmale kalmadan geçemediğim ve nefret ettiğim
matematik ile evrensel kanunların formüllerini çıkardım (kendime göre)
bir çok şeyi yapabilmek adına kendime öğrenmek üzere seçtiğim
türk sanat müziğinde çok şey öğrendim.
her şarkının güftesini, makamını duyunca söyler duruma geldim
her makamın kendi içindeki işleyiş sistemini öğrendim.
yabancı dilleri öğretilenden daha kolay öğrenebilmek adına
kendimce sistemler geliştirdim.
yıllarca din diye bize anlatılanların altındaki (bana göre) gerçekleri araştırdım.
italyada espresso üzerine kurs aldım.
güvenlik işi yaptım, yakın korumadan bilmem nesine kadar.
blog tutuyorum,
ney çalmaya çabalıyorum,
insan beyni üzerine çalışmalar yapıyorum,
komün hayatında insanların nasıl yaşayabileceklerine dair araştırmalar, yazılar yazdım,
işimde çok başarılı oldum,
onlarca kez kişisel gelişim seminerlerine katıldım, kimisinde asistanlık yaptım,
dünyadaki ülkelerin yarısını gördüm
vesaire vesaire
yaptıklarımı ne büyük adamım ben demek için yazmadım
kendime olan güvenimle "yapılamaz" denenlerin bir çoğunu becerebildiğim
ve eğer varsa o huzura çıkmadan önce buradan giderken gülerek gitmek için
yaptım, yapıyorum, yapacağım.
ben muhtaç olduğum kudretin damarlarımdaki kanda olduğunu
yukarıdaki adamın hikayesini okuduktan sonra anladım.
çünkü kanı bile araştırdım...
yapayacağın şey yok
yapmak istemediğin şey vardır...

8 Kasım 2010 Pazartesi

Ya Bulamazsak...

dünyada tam sayısı açıklanmasa da yaklaşık 15.000 starbucks dükkanı var.
2009'da 2008'e göre 4.4 milyon bardak fazla satış yapmışlar.
dünyanın neresine giderseniz gidin starbucksta single espresso istediğinizde
makina double çekiyor ama müşteriye tek shot olarak veriliyor.
çekilen diğer shot ise yanılmıyorsam 2 dakika civarında bekletildikten sonra çöpe atılıyor.
eğer 2 dk içinde biri aynısından sipariş verirse kullanıyorlar yoksa yallah çöpe.
dünyadaki tüm şubelerin şube başına günlük ortalama kaç shot çöpe atıldığını sordum
yaklaşık ortalama 60 bardak dediler.
yani tüm dünyada 15.000 x 60 = 900,000 shot her gün çöpe gidiyor.
rakam büyük gibi geliyor değil mi?
bu rakamı biraz daha farklı anlatırsak asıl büyüklüğün ancak o zaman farkına varıyoruz.
short bardak diye tabir ettikleri bardak 33 ml
her bir short bardak yaklaşık 8 adet shot alıyor ağzına kadar.
900,000 / 8 = 112,500 adet 33 ml'lik bardak dolusu demektir.
1 lt 1000 miligram olduğuna göre
ve 3 tane 33'lük bardak 1 litre olduğuna göre
112,500 / 33 / 3 = 1.136 litre
dünyadaki tüm starbucks'lar her gün tamı tamına 1.136 litre kahveyi çöpe döküyorlar.
yılda her şube yaklaşık 320 gün çalışıyor
bu da demektir ki 320 x 1.136 = 363,250 litre
gerçek olan bu ama diyelim ki starbucks bu rakamın yarısını kurtarsın
kısacası çöpe atılan yıllık miktar iyi tarafından bakarak 200.000 litre olsun.
yani yaklaşık hesapla 200.000 kilo
1 kilo çekirdek kahvenin bugünkü şartlarda kilosu yanlış bilmiyorsam 5-6 dolar civarında.
200.000 x 6 = 1.200.000 dolar eder ki hesabı gördüğünüz üzere hafif yaptım
malawi'de anne-baba ve 2 çocuklu bir ailenin aylık barınak+yemek masrafı 30 dolar
sadece çöpe dökülen kahvenin önüne geçebilsek
yaklaşık 34.000 aile yani yaklaşık 135.000 kişi yemek ve barınağa kavuşabiliyor.
bir yanda çöpe atıyoruz
diğer yanda ölmelerini seyrediyoruz.
bu işte bir terslik var
ben tersliğin nerede olduğunu biliyorum da
siz anlamaya hazır mısınız?
hadi anladınız peki harekete geçmeye hazır mısınız?...

4 Kasım 2010 Perşembe

Neden Savunma?...

nedense büyüdükçe defansif oluyoruz.
küçükken herşey olması gerektiği gibi iken
büyüdükçe tavırlarımız, konuşmalarımız kısacası biz savunmaya çekiliyoruz
bunun en güzel kanıtı konuşmalarımızda gizli.
yapmak istemediğimiz bir şey ile karşılaştığımızda
ben bunu yapmak istemiyorum diyoruz
veya biri bize korkaksın sen dese
cevabımız ben korkak değilim oluyor
bu tabi ki içinde yaşadığımız sistemin getirdiği bir şey
ancak neden hep defansif olmak zorundayız?
konuşmalarımız hep negatif çıkışlı
ben korkak değilim...
peki nesin?
cesur mu?
o halde ben cesurum demek yerine
neden ben korkak değilim diyoruz?
biri toptan negatif bir söylem
diğeri ise toptan pozitif
ama biz hep negatif olanı seçiyoruz.
biri bana diyelimki şu saatte şuraya gitsene demiş olsun
diyelimki bende o saatte değil de bu saatte oraya gitmek istiyorum
o saatte gitmesem de şu saatte gitsem desem yine negatif.
neresi mi negatif?
gitmesem...
işte sana negatif.
peki bunu pozitif söyleyebilir miyiz?
evet
ben oraya bu saatte gideceğim.
zor muymuş?
hayır
peki neden tercih etmiyoruz?
bilmiyorum.
pozitif tarzı benimseyip o şekilde konuşsak ne olur?
en basit cevabı pozitif oluruz olur
önce kendine pozitif olmak istiyor musun? diye sor
eğer cevabın negatif olmak istemiyorum ise bu yazıyı bir kez daha oku
ve burada verdiğim az örnekleri kendi hayatından örneklerle çoğalt
sonra aynı soruyu tekrar sor.
olmazsa yeni örnekler bul ve tekrar sor
sonunda pozitif cevabı otomatik söylemeye başladığını göreceksin
hayatında pozitife yer açmak güzel
cesur ol dene bir şey olmuyor
ben denedim, deniyorum da ordan biliyorum...

25 Ekim 2010 Pazartesi

Mandalina ağacı...

kimisi küçük
kimisi büyük
kimisi yeşil
kimisi sapsarı
kimisi ağaçta en güzel yeri kapmış
kimine de gölgelik kalmış
kimi elle uzanınca erişilebilir yerde
kimi çürüyene kadar ağaçta kalacak kadar yukarıda
kimini sokaktan geçen çocuk koparıyor
kimini faytonu çeken at
kimi sararır sararmaz satılmak için toplanırken
kimi kocaman gövdesine rağmen hala yerinde
kimi çekirdekli
kimi çekirdeksiz
kimi tatlı
kimi acı
kiminin kabuğu ceviz gibi
kiminin ki ise yumuşacık
kiminin damarları derin derinken
kiminde sanki sadece zar var
kimi ağzımızı burarken
kimi tadından delice mutlu ediyor bizi.
tıpkı
bu dünya gibi
kimi iyi
kimi kötü
kimi kısa
kimi uzun
kimi güzel
kimi çirkin
kimi zayıf
kimi şişman
kimi katil
kimi müdür
kimi fakir
kimi zengin
kimi kıtkafalı
kimi nirvana yapmış
kimi siyah
kimi beyaz
kimi ırkçı
kimi barışçı
kimi nefret dolu
kimi sevgi kelebeği
tıpkı
mandalina ağacı gibi
bu dünya aslında bir mandalina ağacı
her birimiz o ağacın üstünde birer mandalinayız...

20 Ekim 2010 Çarşamba

Kendini dinle, düzelt...

bir insanı gerçekten tanımak için neler yaparsın?
ona sorular sorarsın, davranışlarını takip edersin,
olan olaylar karşısında verdiği tepkileri izlersin ve onu denersin.
bunların sonunda aklındaki şablona uyuyorsa kendine yakınlaştırırsın.
ancak bir süre sonra o kişinin yaptığı bir şey seni şoka sokar
zira ondan böyle bir şey beklemiyorsundur.
bir kez daha kredi verirsin eğer yine aynı şey tekrarlanırsa ilişkini koparırsın
 ve o kişi artık hayatında olmaz.
peki doğru olan bu sistem mi?
bence kesinlikle hayır.
e nasıl o halde diye sorana anlatayım.
bir insan ile uzun ve/veya kısa vadeli bir süreç yaşayacağımızı
aslında o insanı ilk gördüğümüzde hissederiz
ancak hissimiz yerine görevi nedense!! aklımıza verdiğimiz için
aklımızdaki şablona uyup uymadığını görmek için bir sürü gereksiz iş yapıyoruz
örnek yukarıda yazdığım tanıma sürecinde yaptıklarımız...
çevrenizdeki insanları teker teker düşünün ama teker teker
örneğin evliyseniz eşinizi düşünün
onu düşünmeye başladığınız ilk 2 saniye içinde içinizde bir his hissedeceksiniz
örneğin güzel insan veya çalışkan ya da uyuz veyahut farklı bir his
ancak ilk 2 saniye size karşınızdaki hakkında gerçekten ne hissettiğinizi size söyler
işte o ilk tespit o kişinin sizin hayatınızda neden olduğunu anlatır aslında size.
insan kendinde yeterli görmediklerini çevresindeki insanlarla kapama yoluna gider.
bu söylediğim sistem dışında tanıştığınız herhangi birine tanışma aşamasında
testler mestler yapıyor yada onun bazı olaylar karşısında ne yaptığını
görmeyi bekliyorsan bil ki yanlış yapıyorsun.
ilk 2 saniyedeki hissini öğren sonra kendine şunu sor ;
- bu insanı hayatıma sokmayı neden istiyorum?...
diyelim ki karşındaki sana "çalışkan" hissi verdi,
bu kesinlikle senin yetersiz çalışkan olduğunu gösterir.
veya karşındaki sana "ayyy kıllll" hissi verdi
bu aslında senin kıl olduğunu gösterir.
ilk 2 saniye kuralını işlet, gerçek hissi bul ve son adıma geç;
-KENDİNDE BUNU DÜZELTME adımı...
diyelimki karşındaki sana "uyuz" hissi verdi.
o an yapacağın ilk şey kendine ;
bu insanda bana uyuz gelen ne? diye sormak
yine ilk 2 saniyede bununda cevabını verecek benliğin sana,
o cevabı aldıktan sonra kendinde düzeltmen gereken noktayı buldun işte.
karşındakinde hissettiğin hissin nedenini bulmak
insanın kendindeki eksikliği görmesi demektir.
kendindeki eksiği gören onu tamamlamak için çalışacak insan demektir.
unutma yazdığım herşey için ihtiyacın olan 2 şey var ;
birincisi 2 saniye
ikincisi kendine karşı dürüst olup benliğinin sana verdiği cevabı kabullenip
kendinde bunu düzeltmek...
zor mu? ııh valla değil sadece uzun sürüyor.
okuduktan sonra eee böyle yapınca nolucakki dediysen
yazıyı bir kenara bırak ve bir kaç ay sonra tekrar oku, belki o zaman anlarsın...

12 Ekim 2010 Salı

What If...

amerikalıların dünyaya kazandırdığı nadir güzelliklerden biridir "what if".
nedir what if?
senaryo üretmenin ingilizcesi.
olmayan bir şeyi çıkış noktası olarak alıp what if sorusunu sorup
bunun üzerne yeni bir yapı inşa etme ama düşüncede tabiki.
yani diyelim ki bugün ekmek 1 lira
amerikalı what if diyerek başlıyor ekmeği örneğin 10 lira olarak kabul edip
eğer ekmek 10 lira olursa ne nasıl olur diye düşüncesini kuruyor.
what if benim gibi düşünce tarzı olan insanlar için
eğlenceli bir oyun gibidir.
ben ve benim gibiler devamlı "what if"çilik oynarlar.
what if'çilik oyunu belirli bir süre oynandığında
insana olan olaylara ek bir pencereden bakabilme gücü veriyor.
çoğumuz olan olayın bilinçaltımızda ilk yarattığı etkiyi
baz alarak harekete geçeriz
ancak işin doğrusu o an farklı açılardan olan olaya bakabilmektir
zira o an bilinçaltımızla ezbere baktığımızda
diğer olasılıkları eler, başka bir şey düşünmeyiz.
ama what if'çilik oynarsak o an bilinçaltımızın ezberinin dışında
farklı pencereler pıtrak gibi patlar kafamızda.
hiç unutmuyorum 14 yaşındayım, yer büyükada
oturmuşum bir kenarda hayallerimle başbaşayım
yoldan geçen yaşlıca bir amca durdu bana baktı ;
- düşün düşün boktur işin... dedi
gülümsedim önce ama sonra düşünmeye devam ettikçe
adama içimden asıl senin işin bombok amcaaaa dedim.
geçen hafta sonu oğlumla 2 dolu dolu gün geçirdim.
çocukların düşünce yapısını anlamak için
en güzel yolun what if'çilik oynamaktan geçtiğini anladım bir kez daha.
beyinsel elsatikiyet sağlamak hem bedene hem ruha çok şey katar.
o yüzden korkmadan çok düşünerek what if oyunu oynayın.
kendi kendinize senaryolar yaratın
kısa bir süre bunu yaptıktan sonra
düşüncelerinizdeki zenginleşmenin farkına varacaksınız...
not : bazı yazılarımdaki ana fikirlerin açılımını geniş yapmadığıma dair
bazı arkadaşlarımdan eleştiri geldi.
onlara da tavsiyem what ifçilik oynayın :)

5 Ekim 2010 Salı

Birileri bizi yiyor mu?...

kayıtlara göre dünya 4.5 milyar yaşında
dünya üzerindeki ilk bakteri 1.5 milyar öncesine ait
dünya üzerine ilk gelen insan yaşı 2 milyon yıl
insanın ateşi kullanması 790 bin yıl önce
tekerleği bulması 3.000 yıl
dünya denizlerinde canavarların olduğuna inanış sadece 500 yıl önce
barbarların yaşamı 300 yıl önce
insanların insanları "cadı, büyücü" diye yakmasından geçen süre ise 200 yıl
insanın tam şehirleşmeye başlaması 150 yıl önce
sanayileşme 100 yıl önce
nazi soykırımı 60 yıl önce
bosna soykırımı 20 yıl önce
afrika soykırımı 10 yıl önce ve hala devam ediyor
internetin geçmişi sadece 20 yıl
cep telefonu 15 yıl
genetikte dna konusunda ilk adım 5 yıl önce
hani bir geyik var ya "insanlık batıyor. çok kötüye gidiyor" diye
yahu daha 100 yıl öncesine kadar milyonlarca insan vebadan ölürken
ama bugün boş yere canın istedi diye birine zarar vermenin suçu hapiste çürümek
geçirdiğimiz süreci baştan bir kez daha okuyun.
insan kötüye falan gitmiyor
insan doğruya doğru gidiyor
50 yıl önce spiritualizma dendiğinde insanların birbirine bön bön baktığı bir zamandan
genetikte dna'yı anlayabilmeye gelmişiz.
bu mu kötü gidiş?
insan nüfusunun büyük bir bölümü artık cadı diye kimseyi yakmıyor
yada dileyen dilediğini yapamıyor.
herkes kendi sınırları içinde yaşamaya alışmaya çalışıyor.
geçen 2 milyon senede bu kadar barbarlıktan, cahillikten buralara gelmişiz.
bilincimiz gelişmiş, değişmiş.
insan kötüye gitmiyor
insan iyiye gidiyor
önemli olan olaya bakış açısıdır.
bundan 200 yıl sonra neler olabileceğini siz tahmin edin artık :)

30 Eylül 2010 Perşembe

Yapabildiklerin neler?...

acaip olan bugünkü sistem, sen değilsin.
garip olan aslında senden beklenenler, senin yapabileceklerine bakan yok.
varsa yoksa sistem içinde kal ve suçu hep başkalarında ara.
dayatılan bu, yaşatılmaya çalışılan bu.
peki bana göresi nasıl bu işin?
önce ben
önce benim yapabileceklerim.
önce benim istediklerim.
sonra
herşey daha sonra.
yapmak istediğim bir şey varsa
önce kendime bakarım ve şunları sorarım;
1.- bunu gerçekten yapmak istiyor muyum?
2.- bunu "bence" nasıl yapmalıyım?
işte bu iki soru hayatımda otomatikleştikçe
kendimin, yapabileceklerimin, kendi özelliklerimin farkına vardım.
kendimize hiç vermediğimiz bir hediyedir yapabileceklerimizin farkına varmak.
ve yapamayacaklarımızın bilinci ile "yapamam" diyebilmek.
yapamam deyince kalitemde düşmüyor kişiliğimde küçülmüyor.
ben şunu şunu yapabilirim. bunu bunu yapamam.
kolay değil mi?
bence kolay.
sistem gereği yapamadıklarımıza kanalize oluyoruz.
ve tabi ki bu da devamlı mutsuzluk olarak çıkıyor karşımıza yaşamda.
ama yapabildiklerimize bakıp onlara yoğunlaştığımızda ise mutluluklar doluyor çevremize.
kendi hayatının patronu olabilmek,
var olduğu bile tartışılması gereken "gelecek" olgusundan korkmamak çok hoş.
plan yapın. öyle mimar sinanın cami planları gibi yapmanıza gerek yok.
girişeceğiniz olayı önce kafanızda baştan sona kadar düşünün.
karşınıza çıkabilecekleri, karşılaşabileceğiniz tüm olasılıkları yazıp bir kenara bırakın.
birkaç gün sonra yazdıklarınıza tekrar bakın.
eklemeleri çıkarmaları yapın işte planınız hazır.
işleme koyun ve uygulayın.
olursa mutlu olun olmazsa unutmayın ;
insanoğlu hayatında olan olmakta olan tüm olayların sadece iki noktasına hakim olamaz,
1.- ne zaman olacağına
2.- ne büyüklükte veya küçüklükte olacağına.
eğer bu iki noktayı düşündüğünüz planın yapabileceklerimin dışında diye
aklınıza kazırsanız olmasını istediğiniz olmadığında bileceğiniz bir sonuçla karşılaşırsınız;
- ne zaman olacağını bilmediğinden dolayı o iş kendi içinde olgunlaşma sürecinde...
yapamadıklarını düşünmek seni sadece mutsuz yapar.
yapabildiklerine yoğunlaşmak sana özgüven verir, korkularından uzak tutar
ama en önemlisi seni mutlu eder.
ya yapamadıklarını düşünüp mutsuz olmaya devam et
ya da yapabildiklerine yoğunlaşıp mutlu ol.
seçim senin...

28 Eylül 2010 Salı

Türkiye'de "BİZ" olayı...

 yabancı dil uğraşmayı sevdiğim bir hobimdir.
her dilin kendi içinde ilginç bir yapısı vardır.
bir kez bu yapıyı çözdünüz mü gerisi kelime ezberlemektir.
farklı dillerdeki yapıları inceledim
benzerlikler var ama bizim dilde öyle bir şey var ki
dünyada başka bir dilde var mı bilmiyorum.
benim araştırdığım dillerde ben bulamadım.
bu ülke konuşma dilinde birinci tekil şahısı yani "ben" i
çoğul şahıs olarak kullanma olayımız var yani "biz".
birine bir soru sor ben diye cevap vermesi gereken yerde çoğunlukla biz diyor.
buna taktım kafayı ve başladım sebebini anlamak için araştırmaya.
inanılmaz bir şey buldum.
bu ülke insanı sorumluluğunda olan,
veya içinde sevgi barındıran
veya şikayet içeren
bir şey söyleyeceğinde hemen "biz" diyor.
bir örnek vereyim. iki adam konuşurken biri diğerine ilişkisini sorduğunda
diğer kişi "seviyoruz işte" diyor.
kim oluyor o "siz"?
başka bir örnek daha vereyim,
radyo dinleyin, canlı yayına başlanmış biri bir konu hakkında şikayette bulunacaksa
"biz" böyle düşünüyoruz diyor.
sorumluluk, sevgi, şikayet
üçü de hakkında birşeyler söylendiğinde sonuç doğuracak olgulardır.
sonuç ise tepki getirir ve ne yazık ki ülkemizdeki insanların çoğu korkuyor.
sokakta polisten
işte patrondan
okulda hocadan
camide imamdan
evde veliden
devamlı korkuyoruz.
hal böyle olunca da o üçleme ile ilgili bir şey söyleyeceğimizde "biz" e dönüyoruz.
sanki hafifletici sebep "biz" demek :)
sorumluluk aldıysan
seviyorsan
şikayet edeceksen
SEN aldın
SEN sevdin
SEN ettin.
şöyle bir sağlam dur da sonuçlarıyla yüzleş be güzel kardeşim.
korkma bir şey olmaz. sen diline hakim olabildiğin sürece
karşındakinin iletişim dilini sökebildiğin sürece kimse sana
aldığın sorumluluktan veya ettiğin şikayetten ötürü tepki vermez.
BEN sorumluluk alırım
BEN severim
BEN şikayet ederim.
kapiş???

23 Eylül 2010 Perşembe

Et mi yoksa Ot mu?...

otçul doğmuş insan. ben demedim ingiliz proflar otçul dinazorlar ile insanın çene, diş ve yutak yapısını
incelemiş ve insanın ilk yaratıldığında otçul olduğunu bulmuşlar.
eski ahit "genesis" bölümüne bakıyoruz, Tanrı'nın buyurduğu bir cümle var ;
- Ben sana yemen için ağacın yemişini, yerin yeşilini verdim...
ne kadar açık ve bariz bir cümle değil mi? insan isen ne yiyeceğini anlatmış.
bu dünyada birbirine taban tavana zıt iki kavramın
ortak görüş bildirdiği ender noktalardan biri ile karşı karşıyayız.
bilim insan otçul diyor,
din Tanrı insana yemesi için ot verdi diyor.
yüzyıllardır birbirine üstünlük kurmak için çırpınan bu iki farklı fenomenin
aynı noktada hem de pişti olurcasına aynı noktada buluşması boşuna mı?
yazının başındaki o ingiliz proflar var ya, adamlar insan otçul diye bulmuş ya yetmemiş
iki insanı alıp birine et diğerine ot yedirmişler.
yaptıkları test sonuçlarına göre etçil insan otçul insana göre daha agresiv ve saldırgan
otçul insan etçile göre daha sakin ve sükunetini etçile göre daha uzun süre koruyabiliyor.
bununla da yetinmemişler ingiltereden kalkıp taaa amerikalara kadar gitmişler.
kuzey carolina üniversitesinde bilmem kaç yıl daha çalışmışlar
ve 2001 yılında dünya sağlık örgütüne raporlarını sunmuşlar ;
- insanın otçul olması hem kendi hem çevresi hem de dünya için uzun solukta çok daha faydalı...
sayfalarca yazılan raporun ana fikri bu.
10 yılı biraz aşkın bir süredir et, tavuk, hindi, ördek, eşek kısacası hiç et yemem.
her yıl 1 kez kolesterol ölçümü yaptırırım.
her yıl kanımı alan laboratuvar "akşama sonuç hazır olur" der
ama öğleden sonra beni cepten ararlar ve;
- selim beyyyy galiba sizin kan testinizde bir hata yaptık, tekrar kan verebilirmisinizzzz
diye sorarlar, bende onlara ;
- merak etmeyin test sonucunuz doğru çünkü ben et yemem derim.
zira türkiyede ortalama kolesterol 200 civarı iken bende 80.
her bir halttan ölebilirim ama kolesterolden ölmemeyi garantiledim.
et tüketiminin dünya üzerindeki dağılımına baktığınızda çok rahat görebileceğiniz bir tablo var,
dünyanın doğusuna doğru et tüketimi artıyor. dünyanın doğusu batısına göre çok daha fazla et tüketiyor.
bu neden mi önemli? efendim 2004-2005 yıllarında yaptığım spirituel araştırmalarda
benim de yolum yukarıdaki ingiliz proflar gibi kuzey carolina üniversitesine düşmüştü.
orada kürsü sahibi olan bir profesor ile yaklaşık 1 yıl süren görüşmelerim oldu.
karşılıklı biribirimize farklı konularda yardım etmiştik. tabi ki o bana benim ona ettiğimden
belki 100 kat fazla yardım etmişti. et-ot raporunu okuduktan sonra kendisine bu konuyla ilgili
bir bilgisi olup olmadığını sormuştum. bu konuda konuşmak istemediğini söylemişti.
eh madem konuşmak istemiyorsun o zaman anlatmak istemediğin şeyler var demektir diyerek
prof amcayı çok çok sıkıştırmıştım ve neden konuşmak istemediğini anlatmıştı.
durum kısaca şu : dünyadaki büyük güçler insanların her zaman kendi kontrollerinde
kalmalarını istediklerinden dolayı et tüketimini destekliyorlar. ve bu yüzden daha kolay kontrol
edebildikleri doğu ülkelerindeki yemek yeme alışkanlığını ete dayalı hale getirdiler. ve bunu öyle güzel
yaptılar ki ete dayalı yeme alışkanlığı olan ülkeler aslında bu özelliğin kendi ülkelerine has olduğunu
sanıp et tüketimine devam ettiler aslında durum hiç bilindiği gibi değil zira olay insan kontrolu.
ve bunu bilen dünya sağlık örgütü ingiliz profların otçul insan araştırmasını
fazla dallanıp budaklandırmadan arşivlere kaldırdı...
bunları ilk duyduğumda "hade leynnn" demiştim ancak yıllar içinde işim dolayısı ile
dünyanın bir çok yerine gidebildiğim için bunu araştırma şansım oldu.
örneğin bizim ülkede büyük çoğunluk "aaaa et bizim kültürümüzde varrr" derken
kazakistana giderseniz aynı cümlenin onlar tarafından da söylendiğini göreceksiniz
veya irana ya da arap yarımadasına.
ama şimdi kalkıp aşık olduğumuz hamburgerden, pirzoladan falan vaz mı geçelim yaniiii
diyenler çoğunlukta olacaktır. ister vazgeç ister geçme o senin seçimin.
benim görevim sana anlatmak gerisi sana kalmış...

14 Eylül 2010 Salı

Geriye Dönük Yaşamak...

geriye dönük yaşam nedir?
hayatımızın her anı gerçek anlamda bila istisna her anı geriye dönük geçiyor.
gün içinde binlerce duygu yaşıyoruz, bazılarını bir kez bazılarını ise birkaç kez aynı yaşıyoruz.
şöyle ki diyelim herhangi bir olay oldu ve olana kızdık, bir şeye neden kızarız?
hayatımızda daha önce olan olayların birikimleridir bugün kızdıklarımız.
sabahları yeni ve bilinmez bir güne doğduğumuzda oturup geçmişin gazetesini okuyoruz.
yaşadığımız sevgi bile geri dönük, geçmişte bize nasıl öğretildiyse nasıl gördüysek öyle seviyoruz.
ya bu iş bizi öylesine sarmış ki bir an durun ve düşünün
göreceksiniz ki konuşmamızdan beslenmemize, giydiklerimizden satın aldıklarımıza kadar
herşeyimiz geriye dönük yaşamın bir parçası.
insan olmanın temel prensiplerinden biri "gelişmek" ise
nasıl oluyor da geçmişe dönük yaşayarak kendimize "gelişmiş" diyebiliyoruz ki?
yazılanları bir an en objektif halinizle okuyup düşündüğünüzde "doğru be" dersiniz,
ama hemen akabinde yine bence değiştirmemiz gereken insancıl başka bir duygumuz parlıyor
ve otomatik bilincimiz bize direk şu soruyu soruyor: eeeee geçmişe dönük yaşamamak için napıcam?
ben bu soruyu kendime ilk sorduğumuda kendimi koskocaman simsiyah bir boşlukta yapayanlız hissettim.
çünkü cevabım yoktu ve insan cevap bulamadığı durumlarda kendini yanlız hisseder.
bu süreci geçtikten sonra ise kendimce çözümler üretmeye başladım.
son üretebildiğim çözüm ise her günün akşamında kafamda o günün perdesini kapatmak oldu.
geçirdiğim günde kısaca neler yediğimi, nelerin beni sevindirdiğini ya da kızdırdığını
hangi renklere bakmaktan keyif aldığımı gibi şeyleri düşünüp kendime şunu söylüyorum ;
bakalım yarın ne neyi hissettirecek...
geriye dönük yaşamanın tam çözümü müdür bu?
bence hayır zira eğer bir konu hakkında düşünüyor ve biz çözüm buluyorsam
çözümü bulmuş olmama rağmen hala aynı konu üzerinde düşünüyorsam
demek ki henüz doğruyu bulamamışımdır.
doğruyu bulamadım, arıyorum.
fikri olan var mı?

31 Ağustos 2010 Salı

Ne Kadar Gerekli?...

teknolojinin hayatımızdaki yeri görmezden gelemeyecek kadar büyük.
peki hiç neden bu kadar büyük olduğunu düşündük mü?
teknolojinin hayatımızda yer edinebilmesi için ne lazım?
hangi sektör olmasa bizim teknolojiden haberimiz olmaz?
tabi ki reklamcılık sektörü. bir örnek vereyim;
cep telefonları ilk çıktığında hepimiz nasıl mutlu olmuştuk hatırlayın.
hepimiz muz bulmuş maymun gibi dolanıyorduk etrafta.
en çok sorduğumuz soru ise : seninki burdan çekiyor mu? idi...
hepimizin elinde bir cep telefonu ile sersem sepelek saçma bir mutlulukla yaşamaya başlamıştık.
teknolojinin gelişiminden bihaber olduğumuz için elimizdeki ile yetinmiş ve mutlu olmuştuk.
ancak zaman geçtikçe teknoloji kameralı cep telefonunu buldu.
peki bunu bulan teknoloji ilk iş ne yaptı?
önce gazetelere küçük küçük "kameralı telefon çıkacak" diye yazılar yazdırmaya başladı.
daha sonra bu yazılar yoğunlaştı ve giderek arttı.
bizler kamerasız telefon ile çok mutlu iken bir anda "mutsuz" olmaya başladık. neden?
çünkü elimizdekinin değeri bitti ve kameralı telefon olmazsa kendimizi geri kalmış
ve bundan dolayı da mutsuz hissetmeye başladık.
yemedik, içmedik parayı denkleştirdik kameralısından aldık. yine mutlu olduk.
teknolojinin bir sonraki adımından yine bihaber olduğumuz için kameralı cep teli ile mutlu olduk.
peki ya sonra?
teknoloji yine gazetelere küçük küçük yazılar yazdırmaya başladı ;
messengerda cebe girecek facebookta bilmemne de diye, peşine bir de iphone taktılar.
anaaa biz yine mutsuz, yine para biriktirir bir hale geldik.
bu böyle devam edecek ve hiç durmayacak.
teknoloji karşıtı değilim, tersine dibine kadar savunurum
ancak buradaki püf noktası bugünkü teknolojiye neden ihtiyacımız olduğu.
olayı şöyle düşünün;
diyelimki dünyadaki teknolojik gelişmeleri 10 yıl önce tüm dünya insanları
bir karar vererek durdurmuş olsun,
yani internetin ve diğer branşlardaki teknolojinin
ilk patlama yapmaya başladığı yıllarda diyorum orada durdursak
bugünkü yenilikleri hiç bilmemiş olsak
bugün mutlu mu olurduk yoksa mutsuz mu?
dünyada her yıl teknolojik deneyler için harcanan milyarca doları düşünün.
bugün 10 yıl önceki teknolojiyi kullansak
ve bu her yıl boşa harcanan milyarca doları ülkeler arasında paylaştırsak
her ülke fonundan belli bir kısmını ayırıp
sadece sağlık alanında teknolojiye "yürü" desek
neleri çözebileceğimizi hayal edebiliyor musunuz?
bunu yapmak çok mu zor?
ilk anda 10 kişiden 9'u "olmaz, bu ancak ütopya olur" diyecektir.
ihtiyacımız olmayan teknolojiye harcadığımız parayı
mutlu olduğumuz bir keşfin hemen akabinde durdurup
harcanacak parayı ilaç demiyorum sağlık sektörüne aktarsak
bir sonraki teknolojik adımı bilemeyeceğimizden
bugün hem elimizde olanla mutlu olup hem de onca parayla
sağlık alanında ne devrimler yapılabileceğini sadece birazcık düşünün.
ütopya mı?
buna sadece gülerim zira daha 20 yıl öncesine kadar internet ne bilmiyorduk bile.
unutmayın önemli olan istemektir...

20 Ağustos 2010 Cuma

Bundan Ne Çıkar Bilmiyorum...

neyi kaşıdığımın pek farkında değilim.
kaşıdığım şeyin beni nereye götüreceğinden de pek emin değilim.
yine de son zamanlarda avrupanın milattan sonra 500-1600 yılları arasına kafayı sarmış haldeyim.
sarma sebep listemin bir numarasında o tarihlerdeki avrupada hrıstiyanlık dininin yayılışındaki
ilginçlikler ve garip uygulamalar var.
düşünün ki isanın üzerinden 500 yıl geçmiş, harbiden boru bir süre değil 500 yıl bu.
ve avrupanın göbeğine ancak 500 yıl sonra kabul görmeye başlamış bu din.
yanlız burada ilginç olan durum şu : o dönemlerde avrupanın göbeğinde yaşayan insanlar
hala denizlerde koca kafalı metreler uzunluğundaki canavarlara,
insanüstü güçlere sahip ve bu canavarları tek kılıç darbesi ile dilimleyebilen
insanların yani kahramanların var olduğuna inanıyorlar.
birden fazla tanrıya tapış bu tarihte hala var.
hatta ingiltere, fransa, almanya gibi ülkelerdeki krallar Tanrı'dan sonra gelen
en yetkili kişiler olarak kabul görüyorlar.
halk fakirlik, sefalet ve cehalet içinde. yozlamışlık diz boyu, herkesin tek amacı var : para...
parayı yaşamın en önemli amacı olarak gören o insanları dinin önde gelenleri
kafa kesmece, cadılık, kafirlik gibi şeylerle el altında tutuyorlar.
yani o dönemin yazılı kaynaklarına bakınca o dönemdeki neredeyse tüm din adamlarının
inanılmaz servetleri ve toprakları olduğunu görüyoruz.
halkları kendi çıkarları için kullanan din adamları okuduklarımızdan ve izlediklerimizden
anladığımız kadarı ile herkesi kendilerine bir nevi köle etmişler.
ellerinde de insanları korkuttukları bir değnek olan "din" ile.
hayatlarında Tanrı, din gibi kavramların hiç olmadığı insanları bu olgularla el altına alıp
kendilerine neredeyse tapan toplumlar yaratmak mıydı acaba buradaki amaç?
bir ülkenin, tüm topraklarının, tüm evlerinin, tüm insanlarının ve hatta hayvanlarının sahibi
bile olan "krala" karşı yaratılmış ve kullanılmış bir güç müydü acaba?
düşünün ki milattan sonra 1.600'lü yıllara kadar avrupada incil sadece kilisenin elinde olan
ve halka sadece papazların okuduğu, evinde incili olanların kafirlikle
suçlanıp kafalarının kesildiği bir dönemden bahsediyorum.
dilediğiniz söylemi dilediğiniz gibi okuyup yorumlayabileceğiniz
ve bunun karşısında dünyevi olarak akıl almaz servetler kazanabileceğiniz yerde
isanın en yalın haliyle anlattığı şeyleri kral ve şürekası başka amaçlar için kullanmış olamaz mı?
tabi ki olabilir dediğimizde ise bu sefer yeni bir soru çıkıyor karşımıza ;
acaba o dönemde kilisenin elinde bulunan "incil" çıkar amaçlarından dolayı
daha sonraki yüzyıllarda halkın kendi kendine okuması izni çıktığında
diledikleri gibi değiştirmiş olamazlar mı.?
düşünün ki elinizde bir kitap var ve insanlar bu kitaba tapıyorlar. ve kitap sadece sizin elinizde
yani insanlar siz o kitaptan ne okursanız ona inanıyor. hatta o dönemin insanları incili okuyamasın diye
kilisenin elindeki incil latince yazılmış. isanın ortadoğuda doğduğunu ve aramice konuştuğunu
bilen insanlar olarak o dönemde kitabın neden latinceye çevrilmiş olduğu düşüncesi beni rahatsız ediyor.
tabi ki bu sadece incil için geçerli değil. diğer tüm kitaplarda aynı kendi çıkarları için kullanılmış olabilir.
bir şeye körü körüne bağlanmadan önce onu araştıralım. ezbercilik bence işin en kolayı.
önemli olan bize dayatılmaya çalışılan şey her ne ise onu önce kendi bilincimizle tartıya koyabilemektir.
bu din için de böyledir, bence böyle olmalıdır.
Tanrı inancı ile dinsel inancın bugünkü dünyada ve insanlığın son 20 yıldır girmiş olduğu yeni süreçte
birbirinden giderek koptuğu bu dönemde insanlığın en çok öne çıkan yönü "mantık süzgeci" oldu.
küçüklüğümüzden beri bize anlatılanların ne kadarı gerçekten bizim şu anki bilincimize uygun?...

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Ego...

egonun kelime karşılığı ben/ben'lik...
ancak nedense çoğumuz egoyu kendimizden ayrı bir şeymiş gibi görürüz.
görmekle de kalmayız egomuza bizden ama değil tarzında üvey evlat muamelesi de yaparız.
ego, ben'liğimiz dışında, hoşumuza gitmeyen özelliklerimizin ayrı bir yerde tutulduğu çöp kovası değildir.
kelime karşılığı olarak baktığımızda bile görebileceğimiz tek gerçek vardır;
egomuz biziz, biz egomuzuz tıpkı kulağımız, bacağımız ya da dalağımız gibi.
egomuza yabancıymış gibi davranıp kendimizde sevmediklerimizin suçlusu gibi göstermek
öncelikle kurbanı oynamak akabinde bir kaçıştır.
egomuz içimizde olduğunu varsaydığımız ancak gözle görüp elle tutamadığımız
sevgiden veya neşe den başka bir şey değil.
tek farkı gözle görüp elle tutamadığımız tüm duyguların bileşkesi olması.
yani egonun içide tüm duygularımızdan biraz biraz var.
birine seni seviyorum dediğimizde mutlu oluyorsak
o sevgimizin bir bölümünü içinde barındıran ve sadece kendimize ait egomuz
neden hep tu kaka?
kaçmayalım egomuzdan. ondan kaçmak bir elimizden, bacağımızdan kaçmak gibi bir şey.
egomuz gulyabani değil. bizi biz yapan özelliklerimizin ortak ikamet ettiği bir sokak.
tabiki oturduğumuz sokaktaki her komşumuzu sevmek zorunda değiliz
ancak hepsi ile belirli bir saygı çerçevesinde yaşamayı öğrenmemiz şart.
egomuz bize anlatıldığı gibi korkulacak ve göz ardı edilebilecek bir kavram değil.
siz hiç aynada kendinize baktığınızda canavar görmüş gibi korkar mısınız?
tabi ki hayır. neden? çünkü o görüntü sizsiniz. tıpkı egoda olduğu gibi.
dünyada herşeyin çözümünün tolerans ve kabullenmekte olduğunu hepimiz biliyoruz.
önce egomuzu anlamalıyız. bizi biz yapan şeyleri anlamalıyız.
egonuzu pandoranın kutusu gibi düşünün.
kutunun içinde sizi siz yapan pozitif/negatif bir çok özelliğiniz durmakta.
neymiş şu ego deyip kaldırın kutunun kapağını,
korkmayın içinden hayaletler, canavarlar fırlamayacak.
aslında ilk göreceğiniz şeyin sizi hayrete düşüreceğine adım gibi eminim.
zira o kapağı aralayınca göreceğiniz ilk şey kendiniz olacaksınız.
daha sonra egonun içinde karışık ve düzensiz duran pozitif ve negatiflerinizi sınıflandırın.
pozitifler bir tarafa, negatifler diğer tarafa.
nasıl yapılır bu yaaa demeyin çünkü ego sizin egonuz, onu siz yarattınız.
evde omlet yaparken içine hangi malzemeleri katacağınıza sizden başka karar veren var mı?
hangi malzemeyi ne zaman pişireceğinize karışan var mı?
işte ego da omlet gibi bir şey. tüm malzemeleri bir arada duran bir omlet.
kutuyu açıp içerideki pozitif/negatif düzeni oluşturduğunuz anda
aslında kutunun içinde gördüğünüz negatiflerin de sizi siz yapan parçacıklar olduğunu fark edeceksiniz.
ve o negatiflerin aslında düşündüğünüz kadar sizin sahibiniz olmadığını da.
sizin sahibiniz sizsiniz.
ben'liğinizin tek sahibi sizsiniz.
egonuz istanbuldaki etiler semti gibidir
bir yanında milyonluk evler diğer yanda milyonluk evlerin yanıbaşında yapılmış gecekondular.
nasıl ki o gecekondulardaki yaşayanlara zaman zaman kızar zaman zaman da acırız
işte egomuzdaki negatiflikleri de korkarak değil "etiler" kafasıyla kabul etmemiz gerekir.
egonuz sizin hizmetçinizdir. siz ne isterseniz onu yapar.
olan bir olay sonrasında nasıl ki ben'liğimize "bundan sonra bu sonuçtan kork"
ya da "sevin" emri veriyor ve egomuza bunu uygulatıyorsak,
nasıl ki o anlarda "patron" biz olabiliyorsak
hayatın her daim anında "patron" biz olmalıyız.
egomuz korkulacak bir "karanlıklar prensi" değil,
aynen küçük bir çocuk gibi hem sevimli hem de zaman zaman antipatik olabilen bir kavramdır.
sahibin kim olduğunu unutmamanız ve egonuzla barışmanız temennisi ile...
ps : egonuzu sevin / love your ego...

3 Ağustos 2010 Salı

Ama...

seni seviyorum ama...
sana bu iyiliği yaparım ama...
bunu alabilirsin ama...
çok iyi birisin ama...
epey bir süredir taktım kafayı "ama"ya.
önce ilgimi çeken nokta pozitif başlayan bir cümlenin bağlacı olarak
peşinden sürükleyeceği negatif cümleye yer açması oldu.
ve takip etmeye başladım. uzun süre takip ettim insanları ve artık eminim.
ama kelimesini insan pozitifi negatife bağlamak için kullanıyor.
peki dedim bunu bulduk o halde insan neden negatif bir şey söylemek için  önce pozitifle başlıyor?
ve bu seferde insanları bu gözle takip etmeye başladım.
çok nadir istisnalar dışında gördüm ki insan karşısındakini
kırmamak, üzmemek veya sinirlendirmemek için onun hakkında söyleyeceği negatif şeyi
önce pozitif cümle ile allıyor pulluyor ki böylece karşısındakinin gardını indiriyor
ve sonra "ama" ile bitiriyor ki karşısındaki ona ters davranmasın.
sana kötü birşey söylüyorum "ama" bana kızma...
bunu kendimce çözdükten sonra ama yerine geçen başka bir bağlaç bulabilirmiyim diye uğraştım
bulamadım.
her "ama" dediğimde beni gerçekten rahatsız etmeye başladı bu kelime.
çünkü ortasında "ama" olupta pozitif biten cümlelerin çok az olduğunu farkettim.
bir şekilde bu bağlacın beni esir almasından kurtulmalıydım.
ama ya en yakın aynı işe yarayabilecek "yine de" demeye başladım
ancak o da bazı yerlerde saçma kaçmaya başladı.
bir gün televizyonda budist rahiplerin konuşmalarına şahit oldum.
budist rahipler karşısındakini dinliyor fakat cümleye "ama" ile başlamıyorlardı.
ilgimi çekti, takip etmeye başladım. ve sonunda anladım ki cümle ortasında kullandığımız "ama"
sadece pozitifi negatife çevirmek için değil
aynı zamanda karşımızdakinin düşüncesini değiştirmek için de kullanılıyor.
bunu kavradığım anda çözüm zaten kendinden geldi,
karşımndaki bana uymayan bir şey söylediğinde cümleme "ama" ile başlamak yerine
aynı cümleyi "ama"sız kurmaya başladım.
önceleri bu bağlacı kullanmak zorundayım diye otomatik düşünürken
artık "ama"nın sadece bir bağlaç olduğunu ve ben ne zaman istersem o zaman kullanabileceğimi farkettim.
ama çok güçlü bir bağlaç ve ne yazık ki negatif güç yüklü bir bağlaç.
sokaktan geçen 100 kişiye bu hayattan beklentin nedir diye sorun
en az 95 tanesi "mutlu olmak" der. ama mutlu olmak için ne yapması gerektiğini düşünmez.
hayatımızda olan negatiflerin sayısını indirmek mutlu olma yolunda atılmış bir adım değil midir?
hiç kullanılmasın demiyorum. elimizden geldiğince az kullanırsak beynimizde oluşan
ve ağzımızdan dışarı çıkan negatif söylemleri azaltmış oluruz.
amasız günler dileği ile...

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Kimi ne için kıskanmak...

sevdiğini kıskanır der insan, nedense...
ama hiç düşünmez neden kıskandığını,
seviyorum ondan der ve devam eder kıskanmaya.
seviyorum ondan bahanesinin asıl atında yatanı kendi de bilir
ama bir türlü kabullenmek istemez o yüzden seviyorum ondan der durur...
işim altında yatanı bulmak, bulamasak bile bakınmak olduğundan dolayı
duramadım baktım altına bu duygunun.
neden sevdiğini kıskanır insan?
aslında cevabı tek kelimelik ama bizlere yetmez tek kelimelik açıklamalar.
isteriz ki çok karmaşık çok örüntülü olsun herşeyimiz, manyağız işte bir şekilde.
herhangi bir şeyin basit olması kesmez bizi zira basit olunca sanırız ki biz de herkes gibiyiz.
öyleyiz ya aslında neyse kıskançlığa dönelim,
tek kelime dedik kıskançlığın sebebi;
korku...
güzel olduğuna inandığı bir şeyi kaybetme korkusu işin dibindeki.
neymiş efendim birlikte olduğum insanı delice kıskanıyorum çünkü onu çooookkk seviyorum,
hade len derler adama sonra da sorarlar nesini seviyorsun iyi düşün diye.
madem ki seviyorsun o halde neden kıskanıyorsun?
pozitif yüklü bir duygunun içine neden negatiflik barındıran bir aksiyonu katıyorsun?
sevgi ful pozitif bir duygudur, kıskançlık ise negatif.
elinde pozitif varken, onunla mutlu olabilmek varken o halde neden negatifi bulaştırıyorsun içine?
asıl olay yapımız üşütük zira pozitif bir şeyin içine negatif herhangi bir şey karıştırmazsak rahat edemiyoruz ki.
bu hayatımızın her alanında böyle,
düşünün ortaokul yada lisedeyken bir sınava deli gibi çalışsanız bile
sonuçlar açıklanırken içinizde hep bir korku vardı değil mi?
sınavı başarılı yaptığını biliyorsan o zaman neden içinde o titremeyi hissediyorsun?
üşütüksün işte başka ne olabilir ki?
seviyorum ondan kıskanıyorum peh peh lafa bak.
korkuyorum ondan diyemiyorsun.
kaybetmekten korkuyorsun işin özü bu.
çünkü bir sevgili yapınca kendine
başkası sana zaten bakmaz diye düşünüp elindekine bir de "beklentiler gömleği" giydirince al başına belayı.
önce blogda yazdığım korku yazılarına bakacaksın,
iyice anlayacaksın yazanları, korkunun ne olduğunu ve bu işten nasıl kurtulacağını
daha sonra sevdiğine bakıp o anın güzelliğini yaşamak yerine
kıskançlık gibi "ham" duyguyu nasıl boşarım diye düşüneceksin.
sadece insana özel kıskançlık, doğada yok.
hangi hayvan hangi eşini başka bir hayvandan kıskanır?
hiç duydunuz mu böyle bir şey?
hayvanlar kıskanmaz sadece onun olduğunu düşündüğü şey için savaşır
ama gücü yetmezse bırakır.
yemeği içinde bu böyle yaşadığı bölgesi için de.
peki madem biz hayvandan daha gelişmiş bir varlığız
o halde kıskançlık gibi hayvanda bile olmayan bu primitif duygu neyin nesi?
KORKMA, KAYBETTİĞİN HİÇBİR ŞEY YOK ASLINDA...
korkmadıkça öğreneceksin kaybetmemeyi,
korkmadıkça öğreneceksin asıl önce kendini sevmen gerektiğini.
önce kendine aşık ol. narsist ol demiyorum kendine aşık ol diyorum
çünkü kendine gereken değeri vermeyen kişi her daim primitif duygularla devam eder yaşantısına.
sen gereken değeri kendinden önce karşındakine verirsen hayvanda bile olmayan
bu duygu ile yaşarrrr durursun.
KORKMA bu sana yeter...

16 Temmuz 2010 Cuma

Vicdan...

hepimizin hayatında belki de en önemli rolü oynayan kelime, vicdan...
hayatımız boyunca fazlaca kullandığımız kelimeler listesinde ilk 10 arasındadır bu kelime.
peki neden bu kadar önemli diye düşündünüz mü hiç?
nedir vicdan? neyin nesidir?
hiç sözlükte vicdanın kelime anlamına baktınız mı?
vicdan : kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kendi ahlak değerleri hakkında
yargılama yapmasını sağlayan güç. sözlükte böyle geçiyor.
o halde gelin açıklamanın derinine bakalım;
bir kere tüm cümleyi okuduğumuzda anladığımız ilk şey vicdan denen şey her ne ise sadece kişinin kendi davranışları ile ilgili yani sadece kişinin kendi ile ilgili.
demek ki bize büyürken yutturulmaya çalışılan, sanki tüm toplum için "ortak" bir şey değilmiş.
devam edelim sözlük açıklamasına bakmaya;
kişinin kendi ahlak değerleri hakkında yargılama yapması...
bana göre öldürmekten sonradünyadaki en büyük günah/yazıklardan biri kendini yargılamak.
zaten sorun da burada başlıyor. kişi kendini yargılamaya başladığında hayatının sonuna kadar bunu yapıyor.
peki neden? neden kendimizi yargılıyoruz?
kişi ancak bir şeylerinin eksik/yanlış olduğunu düşününce kendini yargılar. eksik ya da yanlış bir şey yapmadıysa vicdanı hep rahattır. demek ki düz mantıkta eğer bir şeyi eksik/yanlış yapmazsak
o zaman kendimizi hiç yargılamayız yani vicdan denen mekanizma çalışmaz.
hepimiz hayatımızda defalarca "keşke" demişizdir. aslında onu diyen biz değiliz vicdanımız
bakın yazarken bile vicdanın bizden biri, bizim bir parçamız olmadığını görüyoruz.
keşkeyi ben değil vicdanım söylüyor...
sanki tırnağım gibi. yani benim ama belirli bir uzunluğa gelince kesip atıyorum veya saçım gibi.
onlarda benim ama değil. vicdan da böyle bir şey.
sözlük açıklamasındaki en ilginç noktalardan biri de "güç".
vicdan bir güç olarak tanıtılıyor bize, yaşam boyunca da öyle öğretiliyor.
ne gücü yaaa? görmediğimiz, duymadığımız bir şey nasıl güç olabilir?
hayatımızdaki bir çok şeyi göremiyor duyamıyoruz diyebilirsiniz
peki ben buna ne derim? yanlışşşşşşşşşşşş
insanlar her duygusunu görebilir. nasıl mı?
sizi gerçekten seven birinin karşısına geçin
size sizi sevdiğini söylemesini isteyin
sizi sevdiğini söylerken gözlerinin hafifçe titrediğini göreceksiniz. işte gördünüz
veya negatif bir örnek verelim.
karşınızdaki size yalan söylerken gözlerini dimdik size bakıp konuşamaz. işte yine gördünüz.
bunun gibi onlarca örnek verebilirim. peki vicdanı nasıl görebilirsiniz?
diyelimki yolda giderken biri sizden "ekmek parası" istedi, siz de vermediniz. sonrasında ise içinizde olduğunu
sandığınız o güçle yani vicdanınızla savaşmaya başladınız. bu savaş yüzünüze nasıl yansır?
keyifsiz bir ifade ile.
gördünüz mü işte vicdan olduğu gibi değil bizde var olan bir duyguyu kullanarak
kendini belli edebilen bir güç. demek ki vicdanın tek başına diğer duygular gibi kendini ifade
edebilmesi diye bir şey yokmuş.
peki parayı isteyene vermeyince neden bu güç devreye girip bizi keyifsiz hale getiriyor?
çünküüüüüüü büyütülmemiz "suçluluk" olgusu üzerine kurulu.
büyümesi "ne yaparsan yap bir şekilde suçlusun sen" şeklinde olan biri nasıl vicdan denen
o içi boş balondan sıyrılabilir ki?
vicdan bizleri suçluluk olgusu ile kontrol altında tutup bize dilenileni yaptırabilme gücüdür.
bize birşeyler yaptırılabiliyorsa demek ki bizler "kuklayız"
burada önemli olan nokta kukla mı olmak istiyoruz yoksa kendimizin patronu mu?
kukla kalmaya devam etmek isterseniz benim için mahsuru yok. keep going..
ama patron olmak başka bir keyif. o yüzden yapılması gereken ilk şey
bize bunca zamandır yutturulan ve bizi sadece kontrol altında tutmak için
uydurulan vicdan denen şey ile vedalaşmak.
eğer yolda biri senden para istiyorsa ve sen vermiyorsan
bu bir tek anlama gelir;
parayı vermedin... o kadar. gerisi traş.
ne parayı vermediğin kişi açlıktan ölecek ne de sen vermedin diye cehenneme gideceksin.
haaa verirsen de cennete gideceğin meçhul.
o yüzden içi boş "güç" lerle kendimizi yemek yerine
içi dopdolu olan kendimizle barışıp yaşamak bence daha güzel...

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Erkekler tuvaleti...

garip yerdir erkekler tuvaleti.
neye bakacağını bilirsen çok şey öğrenebilirsin,
tabi "ne" ye bakacağını derken "şey" e bakmaktan bahsetmiyorum :)
erkeklerin bir çoğu için büyük bir kabustur erkekler tuvaleti
zira bir çok ülkede erkek çükünün boyunun hayat mutluluğu ile eşdeğer diye görülmesi
sonucunda bir çok erkek genel tuvaletlerden çok rahatsız olur.
şöyle ki hiç görmeyen kadınlar için önce bir erkekler tuvaletini anlatalım;
kapıdan içeri girince ikiye bölünmüştür erkekler tuvaleti.
bir tarafta yan yana dizilmiş ve birbiri arasında daracık bir levha olan pisuvarlar
diğer tarafta ise "büyük" hacet görülebilecek normal tuvaletler.
işe pisuvar bölümüyle başlayalım.
öncelikle erkeklerin yüzde 95'i arkasında biri varken işeyemez ama işiyormuş gibi yapar.
nedendir bilinmez ama arkasında başka bir erkek duran işeyici erkek bir anda kitlenir
ama karizma bozulmasın diye sanki işiyormuş gibi hareketler yapar.
nasıl hareketler mi?
örneğin erkekler pisuvarda işerken şeyini tutuşundan şeyinden memnun mu mahçup mu anlarsınız
zira memnun olmayanlar avuçlarını şişik tutar ve şeyinin ucunu çoğunlukla sallar.
arkasında durursanız bir kolunun devamlı sallama hareketi yaptığını görürsünüz.
veya yüz ifadesi değişir sanki çiş yapmada bir sorunu varmış gibi hani zorlanıyormuş gibi,
işte bunun gibi şeyler.
arkasında bekleyen kabusu bir bakıma aşabilen erkek için ikinci kabus yanındaki pisuvarlara işeyenlerdir
çünkü pisuvarları ayıran levhalar o kadar dardır ki işeyen erkek kendini devamlı tetikte tutar,
sağındaki solundakiler acaba ona bakıyor mu diye.
dediğim gibi erkeklerin %95'i boyut olyına kafayı taktığı için hep kıyaslama ile yaşar.
o yüzden yanındakilerin onun pipisini görmemesi için inanılmaz taktikler geliştirirler
mesela bazı erkekler pisuvara o kadar yaklaşır ki sağında solundaki levhaları da kullanarak
yanındakilerin bakmamasını sağlamaya çalışır.
veya kafasını yavaşça sağa sola döndürür ki yanındakiler onun kendilerine
baktığını hissedip önlerine baksın diye.
tabi asıl kabus bazı tuvaletlerde pisuvarlar su yalakları gibi olur
işte o pisuvar erkeklerin tam anlamıyla kabusudur
çünkü bir çoğu oraya işeyebilmek için tuvaletin boşalmasını bekler
ve bir çoğu da en köşeyi seçer.
bir tuvalete girip yalak tarzı pisuvar görürseniz bekleyin kesinlikle
en azından bir erkek sanki elini yüzünü yıkıyormuş rolüne bürünerek
içeridekilerin çıkmasını beklediğini görürsünüz.
pisuvar olayının dışında bir de "büyük hacet" olayı var.
kadınlarınki nasıldır bilmiyorum ama erkekler tuvaletinde hacet bölümlerinin bir çoğu sadece incecik bir levha ile ayrılmış, üstü ve altı boş kabinlerdir. yani yandaki kabine giren bir erkek
tuvaletin üstüne çıksa yandaki kabinin içini görebilir.
ve bu kabusun önde gidenidir çünkü erkeklerin çok büyük bir çoğunluğu
o kabinlerde kimse varsa mıçamazlar.
diyelim ki tüm kabinler boş ve bir erkek kabinlerden birine girip kapıyı kitliyor ve işine başlıyor,
o anda kapı açılıp içeri biri girerse erkek direk panikler ve çoğunlukla
küçük bir öksürük veya tuvalet kağıdının durduğu yer ile oynamaya başlayarak ses çıkarır.
yani burada biri var meajı verme zorunluluğu hisseder erkek.
bu mesajın bir başka amacı da eğer sonradan giren var olan kişiden önce çıkarsa
çıkarken ışığı kapatmasın diyedir.
erkekler tuvaletinde erkek analizi yapmak bu ve bunun gibi sebeplerden ötürü çok kolaydır.
çevremde tanıdığım bu konuda sıkıntılı o kadar çok erkek var ki
kimisi bu yüzden mıçacağı varsa yapmaz tutar evine gitmeyi bekler,
kimisi tuvalet kapısının önünde dakikalar geçirip ona göre en uygun giriş zamanını bekler
kimisi ise yıllarca bunu utanılacak bir şeymiş gibi herkeslerden saklayarak
sıkıntıyı içine gömer ama her genel tuvalete giriş onun için afaganlar basması anlamına gelir.
hayatında neredeyse çok çok az terleyen ama tuvalet sıkıntısı yüzünden
niagara şelalesi gibi çağlayarak terleyen çok adam gördüm.
bunları nereden mi biliyorum?
ben de onlardan biriydim taa ki canıma tak edip bunu yıkıncaya kadar.
yıkana kadar harcadığım zamanda devamlı gözlem yaptığım için biliyorum bunları
ve tabi bir de eskiden onlardan biri olduğum için.
ama bir gün "eee yeter ulan" deyip bu işi kendimde çözdüm.
darısı sizin başınıza...

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Korkularımdan biri...

bir dönem basketbol oynadım
vasat bir oyuncuydum bana göre.
maç içinde rahat yapabildiklerim rahatsız yaptıklarımın yanında pek azdı
yani bir çok şeyi hissederek değil kitabına uygun yapmaya çalışırdım
zaten bence bu yüzden iyi bir oyuncu olamadım.
maç içinde kabuslarımdan biri faul çizgisinin arkasında
faul atışı kullanmak idi.
herşeyi kitabına uygun yapabilme takıntım yüzünden serbest atışı bile
bana öğretildiği gibi atmaya çalışırdım ve çoğunu kaçırırdım
elim titrerdi atıştan önce
aslında içim ürperirdi.
işte o ürpertiyi hissettiğim an kaçıracağımı bilirdim.
az önce film izlerken bir sahne beni bir anda o günlerime geri götürdü
ve o dönemki mükemmelleyetçilik takıntım aklıma geldi
yine içim titredi
ama bu sefer üstünden yıllar geçmiş olmasından biraz daha tecrübeliyim
ve kendime "çizginin gerisinde içimi ürperten ve beni korkutan neydi" diye sordum..
cevabım  "özgüven" eksikliği oldu.
peki dedim ya şimdi?
ya şimdi geçtimi o özgüven eksikliği?
sanırım hayır geçmemiş sadece şekil değiştirmiş, bugüne uygun hale gelmiş.
işte korkularımdan biri buymuş, özgüven eksikliği...
eee bildik noldu?
bende var olan ama hoşuma gitmeyen bir şeyi değiştirme fırsatı yakalamış oldum.
ne mi yapacağım?
yarın ilk iş bir basketbol topu alacağım
ve içimdeki ürpertiyi artık hissetmeyene kadar
o lanet çizginin arkasına geçip şut atacağım,
ne kadar sürerse sürsün
bildiğim tek şey var
o ürperti bitecek...

6 Temmuz 2010 Salı

Erkek & Kadın, Tanrı & Doğa

okuyacağına hemen kızmak yerine
teşbihte hata olmaz deyiver...

Tanrı bu dünyada hep erkek olarak tasvir edilmiştir.
hepimiz küçükken "Allah baba" derdik hatırlarsınız
Doğa'da kadın olarak tasvir edilir
ona da "Doğa ana" deriz.
Tanrı "verici" Doğa ise "alıcı" dır.
doğa kendi kendine bir döngü içindedir ancak
güneş ısısını, ay ışığını, yer çekimi kuvvetini, rüzgar sürüklediklerini
doğaya vermezse doğa üretemez.
dünya dışından dünyaya gelen, dünyaya verilen her şeyin de Yaradan'dan geldiğini düşünecek olursak
doğa bu durumda alan, aldığını kendini kendi kurallarında devam ettiren oluyor.
olaya makrodan mikroya şeklinde bakacak olursak
aslında kadın-erkek ilişkilerinde de aynı sistem işliyor
erkek vericidir, verir.
kadın alıcıdır, alır
kadın aldıklarını aynen doğa gibi farklı şekillere sokarak kendi kurallarına uygun hale getirir ve kullanır.
erkek ise görevi gereği sadece verir.
işte bu yüzden erkek kadından daha büyüktür gibi
sığ bir şey tartışmam bile zira evrende bir denge var malum.
ancak kadınlar yaşamlarına bu şekilde bakabilirlerse
erkekleri anlamakta çok büyük bir adım atabilirler.
günümüzde bu iki cins arasındaki en büyük sıkıntı "sen beni anlamıyorsun" sıkıntısı.
ki bu şikayet çoğunlukla kadından gelir.
erkeğin kadını anlama gibi bir şansı yoktur zira dna'lar farklı.
bakın bir örnek vereyim,
diyelimki erkek tek başına evinde birkaç gün geçirecek olsun,
evini pek toplamaz hatta yediği pizza kutularını bile salonda bırakabilir.
bu erkek için çok doğaldır.
ama aynı şey kadın için "ayyy çok iğrençsinnn" şeklinde yorumlanır
çünkü kadın tertip ister düzen ister.
işte iki cinsin dna'sı aynen bu kadar birbirinden farklı.
kadın doğa olduğunu
yani alıcı olduğunu
yani erkekten alacakları olmazsa kendi içindeki dengeyi kuramayacağını
yani sadece ona verilen ile farklı şeyler yaratabileceğini
bilincinde olmazsa iki cinsin yan yana durma ihtimali bile yok.
iki cinsin yanyana uzun süre zaman geçirebilmeleri için gerekli olan şey
iletişim falan değildir
sadece iki tarafında buradaki rolünü iyi anlamasıdır.
erkek kardeşim ne yaparsan yap sen vermekle yükümlüsün
ve yaradılışın icabı istesen de bunu değiştiremezsin.
üretemezsin,
denge kuramazsın,
aldığını farklı şekle getiremezsin
kısacası sen erkeksin erkekliğini bil sus otur.
kadın kardeşim sende dünyaları ben yarattım edasıyla dolanıp durma
erkeğin sana vermeden hiç birşeyi yaratamayacağını
doğuramayacağını
evinde, işinde, ilişkilerinde dengeyi sağlayamayacağını
anla sende sus otur.
iki taraf bu ayrımı algılayabilir ve beklentilerini buna göre ayarlarsa
gül gibi geçinip giderler.
yoksa kadın "sen beni anlamıyorsunnnnnnnnnn" diye daha yıllarca kafa ütülemeye devam eder,
erkekte "len ben birşey yapmıyorum, ne istiyor bu manyak benden" der durur...

2 Temmuz 2010 Cuma

Polis farklı mı?...

alışmışım bu ülkedeki polisin karşısında "mum" olmaya
zira eli silahlı adamların baskın olduğu bir dönemde büyüdüm,
hani kaldırımın solundan yürürsen sağcıların,
sağından yürürsen solcuların adamı mıhladığı dönemlerde.
tabi ki o zamanlarda yaşım küçüktü ama keşke büyük olsaydı da
böyle travmalar katılmasaydı hayatıma.
8-9 yaşındayken darbe marbe bir sürü manyaklığın içinde anlamaz gözlerle bakıyordum çevreme.
zaman geçti büyüdüm, ülke değişti, poliste değişim içinde
her ne kadar insanın değişimi kadar hızlı değişmeseler de
yine de o günlere göre daha bir toplumcu oldular.
ama değişmeyen bir polis bölümü kaldı : trafik polisi...
o gün neyse bugün de o.
trafik polisinin amacı bu ülkede bir köşede bekleyip yanlış yaptığın anda tepene binerek
köküne kadar cezayı basmak, işte bizdeki trafik polisinin görevi bu olmasa da amacı bu.
bir kaç sefer ceza yedim çünkü polis saklanmış bir köşede pusuya yatmış bekliyor,
hız sınırını geçtin dediler peki dedim ispat edin bana gösterin kaçla geçtiğimi, cevap yok.
yahu dedim bir gün bir tanesine işiniz pusuya yatıp milleti cezalandırmak mı
yoksa birimiz hata yaptığında cezayı keserken bir daha yapmaması için
polisçe yani bilgece konuşup bir dahaki sefer için sıcak yaklaşımından ötürü aklımda kalman mı?
bunu sordum bir polise bırak şimdi felsefeyi dedi.
anladım ki amaç cezayı kesmek, üzüm yemek değil.
bir gün almanyada araba kiraladım ve otobanda gidiyorum. çişim geldi bomboş otobanda
tuttum, tuttum ama artık dayanma noktasını geçtim patlamak üzereyim, çektim kenara
indim arabadan daldım ormanın içine ve işimi hallettim.
arabanın yanına geldim bir baktım otoban polisi arabamın arkasında duruyor.
araca yönlendim, polis aracının içinden 2 polis çıktı. alman olmadığımı söyledim
ingilizce biliyormusun dediler evet dedim. ne oldu bir sorun mu var durdun? yardıma ihtiyacın var mı? diye sordular, yok çişim geldi tutamadım o yüzden durdum dedim. güldüler.
hallettin mi bari dediler evet dedim.
peki ama bilmen gerekir ki aracının sol arka lastiği çizginin biraz dışında kalmış, bu otobanda bekleme kurallarına aykırı o yüzden işlem yapmalıyız dediler. o kadar yumuşak ve güler yüzlü idiler ki
karşı çıkmadım bile. cezam neyse yazın lütfen dedim.
küçük bir ceza yazdılar, cezayı bana vermeden önce polislerden birisi arabana binebilir miyim diye sordu
bin tabi dedim, bindi. diğer polis ise şimdi seyret bak otobanda bekleme yapmak için nasıl park etmelisin
göstereceğiz dedi. biri arabamla nasıl park edeceğimi gösterirken diğeri ise
yanlış park etmemin nelere yol açabileceğine dair yaşanmış örnekler anlatıyordu.
işlerini bitirdikten sonra hayatımda ilk kez bir polise teşekkür ettim.
işte bizdeki polis kafasıyla almanyadaki polis kafası farkını ben böyle yaşadım.
haaa orada da polis yanlış işler yapmıyor mu?
kesin yapıyordur ama ben cezayı kesmiş olmasına rağmen bir dahaki sefer için rehber olan
o iki polisi unutmadım. bu ülkede ise doğduğumdan beri aklımda kalan tek bir polis yüzü siması yok.
anlayana sivri sinek hesabı...

29 Haziran 2010 Salı

Arada bir yerde...

çocuğu olanlar dünyayı bir çocuk gözünden görebilme oyununu oynamışlardır sanırım.
en azından ben devamlı oynuyorum.
oğlumun vücudundan dışarı bakmaca oynuyorum.
bir süredir farkettim ki çocuklarda büyüklerde olmayan bazı özellikler var.
örneğin çocuklar birine baktıklarında -çok korkunç olmadığı sürece-
baktıkları kişi hakkında direk olarak çirkin, güzel, uzun, kısa, iğrenç
gibi görmüyorlar.
onlar için baktıklarında gördükleri her kişi "insan"
hiç tanımadıkları kime bakarlarsa baksınlar ona kendi içlerinden iyi kötü gibi
yakıştırmalar da yapmıyorlar.
onlar için herkes "iyi".
bunu fark ettiğimde acaba bu özellik sadece çocukluğumuzda kalan bir şey mi diye düşündüm
ve gözlem yapmaya başladım
gördüm ki bu özelliğimizi çocukluktan çıkıp ergenliğe girdiğimizde kaybediyoruz
ve yaşlandığımızda tekrar kazanıyorum.
gerçekten huysuz ve başa çıkılmaz yaşlılar dışında hiç bir yaşlı karşısındaki insanı
şöyle yada böyle diye etiketlemiyor aynen çocuklukta olduğu gibi.
çocukluktan ergenliğe - orta yaştan yaşlılığa geçiş
hmmm peki arada kalan onca sene?
işte o arada birşeyleri ters yapıyoruz...
düzeltilebilir mi?
sanırım.
düşünmeliyim...

22 Haziran 2010 Salı

Neden?...

yurtdışında bir yerde bir çift düşünün
içinde ikisininde olduğu bir kare fotoğraf çektirmek istiyorlar
yoldan geçen birini çevirip
çoğunlukla çiftten erkek olan "pardon acaba bir resim çekebilirmisiniz" derken
kadın fotoğrafı çekmelerini istedikleri kişiye pişmiş kelle gibi gülerek bakar
çift resmin çekileceği yer neresi ise onun önüne geçer fotocu makinayı eline alır
peşinden fotoyu çekecek kişinin dangalakça sorusu gelir;
-buraya mı basıcam???
yok yandaki ağacın dalına basıcan tövbe tövbe
neyse çift yine pişmiş kelle misali fotocuya bakar
yine çoğunlukla erkek olan makinanın neresine basılacağını gösterir
fotocu bu sefer anlamıştır ve resmi çeker
peki foto çekildikten sonraki ilk 30 saniyede ne olur?
fotosu çekilen çift sanki vatan caddesinde 23 nisan gösterilerine çıkmış gibi
tüm dişler dışarıda fotocuya onlarca kez "tenk yu tenk yu" derler
o an ölümsüzleşti ya ohhhh çift rahatlar
peki fotocu?
evine birilerini mutlu etmenin verdiği rahatlıkla yoluna devam eder.
sokaktan geçen birine sadece 5 saniye sürecek bir resmi çektiği için
neden onlarca kez teşekkür edilir?
anladık adam sokakta bir yerlere gidiyor, yoldan çeviriyorsun, senin için birşey yapmasını rica ediyorsun falan
ama o tüm dişler ortada vatan caddesi olayı neden?
fotoyu çekecek olana neden bu yalakalık acep bir türlü anlamam.
************

başka bir neden daha var anlamadığım ama bunu sanırım çözeceğim,
bir veya birkaç kelimeyi bir yerden okuyup başka bir yere yazmanız gerektiğinde
o kelimeleri tek tek birkaç kez içinizden tekrar eder misiniz?
yüzde doksandokuz insan tekrarlamaz okuduğunu okuduğu gibi yazar.
buraya kadar herşey normal ama işin içine sayılar girince
hebelüp hübülüp olup çarpılıp kalıyoruz.
yani örneğin nette bankacılık işlemi yapıyorsunuz
kullanacağınız şifre işlemi yaparken cep telinize geliyor.
o şifreyi okuduktan gerekli bölüme yazana kadar
en az 2-3 kez tekrar ederiz değil mi?
:)))
veya biri bize bir numara söylediğinde o numarayı unutmamak için tekrar eder dururuz
ama biri bir cümle söylese unutmayız.
evet biliyorum söyleyeceğiniz ilk şey ;
- ee çünkü normal hayatta kelimelerle daha çok haşır neşiriz, sayı olunca apışıp kalıyoruz.
bunu biliyorum
zaten benim sorduğum soru "neden" apışıp kaldığımız.
acaba sayılar üzerine çalışırsak kelimeler üzerindeki başarımızı tekrarlayabilirmiyiz?
peki tekrarlayabilirsek acaba beynimizin hangi çalışmayan bölümünü devreye sokarız?
o bölümü devreye soktuğumuzda düşünsel nasıl bir farklılığa ulaşabiliriz acaba?
bunu düşünmeliyim...

17 Haziran 2010 Perşembe

Korku...

hepimiz birşelerden korkuyoruz.
hemde öldüğümüz ana kadar.
büyük ya da küçük ama hepimiz birşeylerden korkuyoruz.
birine küçük gelen korku bir diğerimize dünya sonu büyüklüğünde geliyor.
herkes, hepimiz hep korkuyoruz.
peki ama niye korkuyoruz?
niye korktuğumuzu çözebilmek için önce nelerden korktuğumuz kendimize itiraf etmemiz gerekir.
bizler başkaları ile paylaşmadıkça hiç kimse bizlerin nelerden korktuğunu bilemez.
örneğin beni tanıyanlar hatta çok iyi tanıdığını iddia edenler bir zamanlar fareden korktuğumu bilmezler.
bir zamanlar diyorum zira fare korkum üzerine bir çalışma yaptım.
şimdi farden korkuyor muyum? bunun cevabını şimdilik bilemiyorum
zira o çalışmayı yaptıktan beri hiç fare ile karşılaşmadım.
önce nelerden korktuğumuzu kendimize karşı dürüst olarak bir kağıda yazalım
küçük ya da büyük korku diye ayırmadan hepsini yazalım.
teker teker tüm korkularımızı düşünüp kağıda dökelim.
ve işe o kağıda yazdığımız ve bize "küçük" gelen bir korkumuzla başlayalım.
örneğin bir çok insanda var olan böcek korkusu.
küçücük bir böcek bizi önce korkutur sonra iğrendirir
ama böcek ile empati kurmaya çalışırsak aslında bu böcek korkumuzun
ne denli komik olduğunu anlarız.
vücutsal orantıya baktığımızda bir hamamböceği bir insanın binde biri kadardır.
işte bizim korku dediğimiz aslında tam anlamıyla büyük bir "komedi" olan olay da burada başlıyor.
bizim binde birimiz kadar olan, gücü hiç bir şekilde bize bir şey yapmaya yetmeyecek
küçücük bir yaratık bizi donumuza korkuturken acaba bize bakınca ne düşünüyordur?
hayvanlar düşünmez diyen olursa diye düzeltelim içgüdüsü ona ne anlatıyordur acaba?
bir düşünün normal bir insan boyutunun tam bin katı kadar büyüklükte bir varlık bir yaratık
tam karşınızda duruyor ve size bakınca tir tir titriyor, hopluyor zıplıyor,
kanapenin üstüne kaçıyor ya da elinde bir terlikle sizi kovalıyor.
komik değil mi?
ulan bin katım kadar olmuşsun ama hala altına ediyorsun demezler mi o dev yaratığa :)
korkularımızdan kurtulmanın ilk yolu kağıdımıza yazdığımız küçük ve gözle görebildiğimiz
korkularla işe başlamaktır ki böcek buna bir örnektir.
korkularımızı yukarıdaki böcek-insan-dev örneği gibi örnekleyip
mantıklı bir halde düşünürsek
korktuğumuz şeyden korkmanın mantıksız olduğunu görmeye başlarız.
eğer mantık kendine göre mantıklı bir açıklama bulursa önce sakinleşir
sonra düşünmeye başlar
ve bir süre sonra ondan korkmamaya başlar.
korkularımızdan kurtulmak için bu örneği devamlı yapmalıyız.
ancak her seferinde bir korku için.
tüm korkularımız için aynı anda mantıksal örnekler bulursak mantık bizi yine bloke edip
korkmamıza devam edecektir.
gelelim elle tutamadığımız gözle göremediğimiz korkularımıza
örneğin başarısız olma korkusu, ölüm korkusu veya yanlız kalma korkusu.
bunlar gibi onlarca korku örneklerimiz var
ancak bilmemiz gerekn tek bir şey var ki
elle tutamayıp gözle göremediğimiz her korkumuzu biz yarattık veya bize zaman içerisinde aşılandı.
bizler için o korkular artık bir parçamız.
ben de diyorum ki "hayır onlar bizim bir parçamız değil ve onların hepsinden teker teker kurtulabiliriz"
önemli olan bunu istemek ve kısa bir süre için disiplinli çalışmak.
elle tutamayıp gözle göremediğimiz duygusal korkularımızdan nasıl kurtulabileceğimizin kolay açıklamaları var
ancak ben bu yazıyı okuyanların nelerden korktuklarını bilmiyorum.
eğer bunlardan gerçekten kurtulmak istiyorsanız
s.benezra@neseplastik.com adresine korkunuzun ne olduğunu mail olarak gönderin
sonrasını beraber kolaylıkla hallederiz...

7 Haziran 2010 Pazartesi

Nereye Gidiyoruz...

önce elimizle başladık,
sonra sopaya geçtik,
yetmedi ucuna taş bağladık
kesmedi mızrak yaptık,
peşinden ok ve yay geldi,
daha sonra uzun menzilli mancınıklar çıktı ortaya.
yetti mi?
hayır tabi ki
birimiz çıktı ortaya ve barutu bilmem neyle belirli bir basınçla sıkıştırırsak
silindir bir borunun içinden patlama yapabildiğini söyledi ve gösterdi.
böylelikle tabancayı bulduk.
tabancayı tüfek izledi
tüfeği eli tüfekli ordular,
sonra makinalı tüfekler geldi
bu aradaki bombaların gelişimini yazmıyorum bile.
makinalılar da kesmedi kana susamışlığımızı
ve peşinden silahları daha da uzağa taşıyabileceğimiz araçlar.
ordular, silahlar ve bombalar gitmeye başladı uzaklara,
ııhh dedik bu da yetmez daha büyüğünü daha gelişmişini bulmalıyız,
buldukta
bir gün dünya atom bombası ile uyandı.
düşünsenize bir şehir komple dünya haritasından silinmiş,
kalan kimyasalların etkileri ise yıllarca sürmüştü.
ne bok yiyoruz demek yerine
atom yetmedi nötron verelim dedik.
nötron
proton
sarin
misket
gece görüşlü
arka arkaya geldi
o da yetmedi füzyona bile daldık.
bugün ise kendi kendimize yarattığımız canavarın bizi yok etmemesi için
kıç korkusundan huzurla uyuyamıyoruz.
peki bu iş burda biter mi?
bence bitmez.
peki acaba bu dehşet gelişmeyi
bu gelinen noktaya kadar harcanan emeği ve parayı
bu dünya daha farklı nasıl iyi olur diye harcasaydık
şu an dünya nasıl olurdu hiç düşündünüz mü?
ben düşündüm
düşünüyorum.
bir çok konuda ya şöyle olsaydı diye beyin jimnastiği yapıp alternatif düşünceler üretiyorum.
ürettiğim her düşünce beni :
silahtan,
nefretten,
egodan,
hükmetme güdüsünden,
öldürmekten,
yaralamaktan
kısacası bunlara yol açabilecek tüm silahlardan uzaklaştırıyor.
ne diyeyim ki yürü be insanoğlu kim tutar seni...

1 Haziran 2010 Salı

Sevim'e ipucu...

blog işi ile ilgilenmemi sağlayan yakın dostum sevim yeni bir hayata yelken açtı.
yeni macerasında gönülden başarılar.
verecek tek bir tavsiyem var;
Leo Tolstoy demiş ki :
IF YOU WANT TO BE HAPPY, BE...
ne kadar basit ama içi dopdolu.
anlayana...
sevgiler

Bu Ne Yaaa.. (1 ve 2)

BU NE YAA 1
geçen hafta Türkiye'nin en iyi ilk 5 tatil köyünden birindeydim 1 haftalığına.
neden en iyilerinden biri olduğunu yazdım?
çünkü en iyi demek pahalı demek,
pahalı demek zengin insanların gittiği yer demek
zenginlerin gittiği yer ise bana yeni gözlemler yapabilme imkanı demek.
1 hafta boyunca gördüklerimden sonra anladım ki zenginde fakirde olsa
insan yine aynı insan.
kafaya taktıklarım listesinde ön sıralarda yer alanların başında
insanların açık büfeden yemeklerini almasının yetmediği geliyor.
ne demek bu?
biri gidiyor açık büfeden yemeğini alıyor, masasına yürümeye başladığı anda
gözler fıldır fıldır yanından geçen elinde tabak tutan diğer insanların tabağında.
inanılması güç ama yaklaşık 1.500 kişi ile 1 hafta geçirdim ve neredeyse %95'i
yanından geçenlerin tabaklarında ne var diye bakıyor.
niye bakıyor?
bilmiyorum.
ben bakanlardan mıyım?
hayır.
neden?
bana ne yaa o ne almış ne yiyecek.
ben istediğimi almışım gerisinden bana neeeeeeeee.
ama millet böyle değil. önündekine bakmadan karşısındakine bakıyor.
SANA NEEEE BAŞKASININ YEMEĞİNDENNNNNNNNNNNNN!!!!!

BU NE YAAA 2
kaldığım otelde bir çok rus aile vardı.
tabi ki türklerde.
rus kadınların çoğu anne idi ve yanlarında birer ikişer çocuk vardı.
bizimkilerin de öyle.
ama arada bir fark vardı ki bu fark bizimkileri deli ediyordu.
rus kadınlar çocuklarına rağmen incecik ve sportmen vücutları ile dolaşırken
bizimkiler göt göbekti.
yanlız benim gözümde farkı yaratan birinin şişman diğerinin zayıf oluşu değildi.
bizimkilerin kocalarının tatillerini nasıl burunlarından getirdiklerini dinledim devamlı.
görseniz yıkılırsınız valla.
neymiş efendim rus geçmiş önlerinden ve erkek ona bakmış.
vay vay vayyyy bitmek bilmeyen bir kafa .ikme operasyonu.
ama erkeğe direk laf edemediği için tüm laflar rus kadına.
yok böyle bikini giyilirmiymiş
yok nerdeyse heryeri dışarıdaymış
öyleymiş böyleymiş.
yahu yanındaki senin yanında ise seni seviyordur. neden kendini başkasıyla kıyaslıyorsun?
madem kıyaslayacaksın o halde neden sende az yemiyorsun?
bir kadının şişman olması beni hiç rahatsız etmez. önemli olan kendine olan güvenidir.
öyle şişman kadınlar gördüm ki yanındaki erkeği mum etmiş mum.
başkasının kıçıyla yarışa gireceğine önce kendi kıçını toparla, önce kendine güven.
neden bu kadar öz güven eksikliği?

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Mış mış, miş miş...

kara kedi görürsen ya kafanın üstünden geriye doğru bir tutam tuz at
ya yere bilmem kaç kere tükür
ya da saçını çek...
akşam tırnak kesilmez,
kısır kadın çocuğu olması için devenin altından geçer,
hamile kadın ayıya bakarsa çocuğu kıllı olur,
gelin ayakkabısının altına adını yazan "evde kalmış" kesin evlenir,
oklava elde iken üstünden atlanmaz çünkü karın ağrısı yaparmış,
ayakta pantalon giyilmez, şeytan işine karışırmış,
kulağını çekip tahtaya vur,
geceleri örümcek ağı bozulmaz,
gece çiklet çiğnenmez,
ayakkabı çıkarıldığında ters durmaması gerekir,
gece ölen kişinin üstüne sabaha kadar bıçak bırakılır,
ayın 13. günü uğursuzdur,
bir evin camına baykuş yada karga konarsa uğursuzluk demektir,
bir şeyi kırk kez söylersen olurmuş,
küçük çocuğun üstünden atlarsan çocuğun boyu kısa kalır,
cumaları ev süpürmek günahtır,
haftanın bilmem ne günü ev satın alınmaz,
yeni doğan bir çocuğun kırkı çıkmadan tırnakları kesilirse çocuk asi olur,
dört yapraklı yonca bulanın talihi açılır,
elden ele bıçak verilmez,
yıldız kayması ölümü getirir,
merdiven altından geçmek uğursuzluktur,
evlenirken eşinin ayağına bas,
yemin eden kişi yemin ederken sağ ayağını kaldırırsa yemini geçerli sayılmaz,
kapı eşiğine oturan iftiraya uğrar,
sol avucun kaşınırsa sana para gelecek demektir,
arefe günü dikiş dikilmez,
otururken bacak sallarsan kapına alacaklın dayanır,

ve bunun gibi milyonlarca hurafe daha.
aklım almıyor bunları,
hele hele teker teker düşününce o kadar saçma ve akıl dışı ki
içimden her seferinde "yahu bunlara hangi denyo inanır" diyesim geliyor.
düşünsenize bu saçmalıklar bize küçücük yaşımızda anlatılıyor
yani bunlarla büyüyoruz, üstelik söyleyenler kim?
önce evdeki ana-babamız sonra dışarıdaki büyükler ve diğerleri,
bunun bir çocuğun bakış açısından ne demek olduğunu düşünelim;
- "eh bir çocuk olarak karşımdaki tüm büyükler böyle diyorsa
demek ki kıçıma kurbağa kaçarsa eyfel kulesine çıkıp çince şarkı söylemem lazım"
yani bir çocuk zaten büyüklerin dediklerini kanun olarak kabul etmeye hazırken böylesine korkunç
ve saçma şeyler söylediğinizde nasıl inanmasın???
bu ülkedeki insanların %98'i hurafelere inanıyor
bu yüzdenin yaklaşık %70'i hayatında birkaç hurafeyi devamlı uyguluyor.
vay anam vayyyy memleketin haline bak.
her on kişiden yedisinin hayatında batıl inançlar önemli bir yer teşkil ediyor.
bunlarla büyütülen bir çocuğun
ilerideki hayatında kendine güvenen, ayakları üstünde durabilen, kendinin ne olduğunu bilip
buna göre yaşayan bir insan olabilmesi mümkün müdür?
hadi biz boku yedik bari çocuklarımızı kurtaralım.
merdivenin altından geçerken onu uyarmazsak
ya da bir kedi uçan bir kuştan düşen bir kılı üstünde taşıyor ve bu kılı bizim evimizde düşürürse
bizim evden akordeoncu çıkmaz gibisinden lafları çocuklarımıza etmezsek
çocuklarımız değil ama torunlarımızın bu gibi dangalakça safsatalardan kurtulmuş,
hayata mantığı ile bakabilen,
kendi seçimlerini dışarıdan gelen etkiler doğrultusunda değil inandığı şekilde yapan,
mental olarak sağlıklı ve ileri nesillere doğru yaşayabilmeyi öğretebilen
insanlar olmasını sağlayabiliriz.
günü ve yarını düşününp dar pencereye sıkışma,
dünyanın geleceğindeki insanların "doğru insanlar" olabilmesi için
kendini ve çevreni bu saçmalıklardan kurtar...

13 Mayıs 2010 Perşembe

Bankamatik, ATM...

bankaların önünde duran para makineleri var ya taktım kafaya onları birkaç sebepten ötürü.
öncelikle insana kendini salak hissettiriyor bu makine
kartı sokun (hadi ya bende parmağımı soksam çalışır sanmıştım)
şifrenizi girin (beni tanımlayan şey sadece 4 haneli bir rakam)
şifrenizi banka çalışanları dahil kimseyle paylaşmayın (yok ben salağım taksime çıkıp bağırıcam şifremi)
işleminizi seçin (hadi bu mantıklı)
kullandığınız için teşekkür ederiz (bu makineyi kullanıp bu mesajı görüp aaa bana teşekkür etti ne güzellll diyen var mıdır acaba)
neyse aslında işin kafaya taktığım noktası bu değil ama yine de makine ile ilk münasebet
bana neredeyse "sen salaksın, bu direktifleri vermezsek para çekemeyecek kadar salaksın" mesajı verse de
kafaya taktığım olay hiç arkanızda kuyruk bekleyen biri varken atm'den para çektiniz mi?
kesin çekmişsinizdir ki olay burada başlıyor.
bu ülkede para çekmek için kuyrukta bekleyenlerin  %95'i siz kartınızı soktuğunuz anda
röntgene başlıyor.
kart sizin
işlem sizin
hesabınızdaki para sizin
ama arkanızdaki sanki bunların hepsi onunmuş gibi siz işleminizi bitirene kadar dikizleyip duruyor.
yahu ne bakıyorsun arkadaş?
sana ne benim ne yaptığımdan ya da hesabımda kaç para olduğundan?
geçenlerde bir alışveriş merkezinde durdum para çekiyorum
gençten iki tanesi arkamda sıra bekliyor.
birinin kafa sağdan uzanmış benim kolumun altından hesabımı kontrol ederken
diğer soldan uzanıp aynen şunu dedi yanındaki arkadaşına ;
- abinin hesabında da iyi para varmış...
lan sana ne benim kaç param olduğundan?
arkadaşı da ona bakıp "valla yaa" deyince dayanamadım
size ne benim hesabımdan dediğimde
ikisi de başını öne eğip pardon abi dedi
bu sadece bir örnek.
her seferinde bunlar gibi insanlarla karşılaşıyorum.
bir insan diğerinin hesabında kaç parası var diye neden merak eder?
asıl soru bu.
karşılaştırma yapmak için.
bu ülke insanının en büyük sıkıntısı da bu zaten.
herşeyi herkesi kendisi ile karşılaştırıyor.
sanki benim hesabımdaki paradan fazlası onun hesabında olursa benden üstün insanmış gibi
hissediyor kendini.
delimisiniz siz yahu?
başkasının hesabında yazan rakamlar silsilesi neden seni başkasına karşı büyük ya da küçük yapsın ki?
senden fazla parası varsa senden fazla parası vardır.
senden az parası varsa senden az parası vardır.
durum bu kadar basittir.
ama bu kadar basit bir şeyi alıp
kendini karşılaştırma olayına girersen
bu hayatta arpa boyu yol gidemezsin.
kendini geliştirmek için önce ve sonra yani her zaman kendine bakmalısın
başkasının banka hesabına değil.
üstelik çok antipatik bir şey bu yapılan.
arkadan zürafa boynu gibi boynunu uzatıp
önündeki adamın hesabını kontrol etmek gerçekten çok sinir bozucu.
anlayamadığımız nokta illa ki bir karşılaştırma yapmak zorunda isek
bu karşılaştırmayı başkaları ile değil
kendi kendimizle yapmamız gerektiğidir.
umarım bu dünyada o günleri görebilirim.
ya da bir gün sinirime hakim olamayıp arkamdakinin kafasını atm'nin ekranına geçireceğim.
hey arkadan dikizciler;
seçim sizin
ya kendi işinize bakın
ya da bir gün o makineden içeri kafanızın girmesine gık etmeyin.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Kadınlara Özel...

yeryüzünde kendi vücudu ile barışık olan kadın sayısı sanırım birkaç yüzden fazla değildir.
tüm kadınlar vücutlarının bir yerlerine muhakkak takıklar ve bu takıntıları için öncelikle ruhsal olarak
sonrasında ise maddi olarak büyük sıkıntıları bile göze alıyorlar.
aynaya bakmaktan rahatsız olan,
sokağa çıkmak için satlerini kızgın bir şekilde
dolabın karşısında geçiren,
beğenerek aldığı şeyleri bir süre sonra giydiğinde
ben bunu neden aldım bu iğrenççç diye kendine kızan
bir kadın profili var dünyada.
peki neden?
neden kadınların bu mutsuzluğu?
neden kadınlar mutluluğu büyük paralar harcayarak aldıkları ürünlerde arıyor
ve yine de bulamıyor?
cevabı basit. önemli olan cevabı bilince bu yazıyı okuyan bir kadın olarak
senin ne yapacağın.
uzun uzun olayın derinliğine girip çıkabilirim
ama okuyan sıkılmasın diye yine işin kestirmesinden gidelim.
siz kadınlar dünya üzerindeki bazı kişiler için sadece bir araçsınız.
bu kişiler için sizler potansiyel alıcısınız.
bir durup düşünün ilk ruj sürdüğünüz andan hayatınızdaki son nefesinize kadar
kendinizi güzelleştirdiğini sandığınız malzemelere kaç para harcıyorsunuz?
zor bir soru değil mi?
binlerce dolar? onbinlerce? ya da yüzbinlerce.
bir hayat boyu hiç durmadan ve aksatmadan devamlı satın alıyorsunuz.
küçük bir hesap;
dünya nüfusu ne kadar?
yaklaşık 7 milyar
ne kadarı kadın?
yaklaşık yarısı yani 3.5 milyarı kadar
ucuz ya da pahalı fark etmez ne kadarı güzelleşme uğruna para harcıyor?
yaklaşık olarak 1.5 milyarı
dünyada 1 yılda 1.5 milyar kadının güzelleşme uğruna kaç para harcadığını biliyormusunuz?
yaklaşık olarak 300 MİLYAR DOLAR...
evet her yıl en az 300 milyar dolar dünyadaki kadınlar tarafından
bu tip ürünler üretenlerin cebine giriyor.
bu paranın büyük miktarı beş on tane önde gelen şirket arasında bölüşülüyor.
küçük bir hesapla bu sektörde 30 yıl kalabilen bir şirket
en basit hesapla yaklaşık 2.5 TRİLYON DOLAR civarında bir para kazanıyor.
neyin karşılığında?
sizleri bu ürünleri kullanmadığınız takdirde;
mutsuz
çirkin
yüzüne bakılmaz
şişko
pörtlek
kısacası iğrenç
göründüğünüzü sizi inandırarak.
dünyada hiç bir şirket böyle bir geliri elinin tersiyle itmez
ve sizler buna dur demedikçe sizlerin kendinizi mutsuz hissetmenize devam edecekler.
makyaj yapmayın demiyorum,
kıç küçültücü yağ kullanmayın demiyorum.
dediğim şey neye para ödediğini anla.
alacağın ürünü tezgahtarın sana yutturması ile değil
içeriği ile al.
amannn ben ne anlarım ya bunun içeriğinden dersen
sen daha hayırlı yerlere harcayıp mutlu olabileceğin paranı
bunlara gömmeye devam et.
ama dur bir bakayım bu iş nasıl olabilecekmiş dersen
vallahi de billahi de iş çok kolay.
size kendimle ilgili bir örnek vereyim.
bir ara süpermarketlere alışveriş için gittiğimde
aynı işe yarayan 2 farklı markadan birer kutu alıp içlerindeki formülleri karşılaştırırdım.
aynı işe yarayan ürünler olduğu için içerikleri birkaç küçük şey dışında aynı.
aynı olanları bir kenara bırakıp yanımda taşıdığım küçük bir not defterine
farklı olan kimyasalları yazıp eve gelir internetten
farklı olanların ne işe yaradığına bakardım.
o formüllerde satır satır yazan ve bizlere "vayyy beeee" dedirten formüllerin çoğu tırışka.
paranı neye harcadığına dikkat et.
ve mtulu olmak istiyorsan yüzündeki boyadan
kıçındaki yağdan
farklı yerlerine bak.
kendini keşfet
kendini sev
eksiklerini de sev
mutluluk küçük bir şişeye sıkıştırılmış doğal olmayan, sonradan insan aklı ile üretilmiş bir formülde değil.
nerede olduğunu biliyorsun.
sadece bakmaktan korkuyorsun.
unutma sen güzelsin, siz güzelsiniz. hepimiz güzeliz.
nerenle bakıp gördüğüne bağlı...

4 Mayıs 2010 Salı

İdare Etme...

naber
iyidir. senden
iyi be idare ediyoruz işte...

tipik ilk giriş merhabalaşma laflarıdır.
küçük yaşımdan beri algılayamadığım bir konuşma oldu bu.
bir insan iyi veya kötü ise neden idare eder?
soruya verilen cevap belli ki otomatik : iyidir senden...
bir kelime ile cevap var aslında, iyidir...
ne demek iyidir?
dil kuralına göre bakarsak geniş zamanlı kullanılmış
dilde geniş zamanlı kullanılan kelimelerin çok büyük bir
çoğunluğu içine fazla duygu katılmamak için söylenenlerdir.
yani biri size iyiyim mi derse onun gerçekten iyi olduğunu anlarsınız
yoksa iyidir derse mi?
iyidir kelime itibarı ile içinde bir hüzün, idare etme hali içeren bir kelime
peki iyidirin peşinden ilk gelen ne?
senden sorusu...
neden bu soruyu otomatik olarak soruyoruz?
uzun uzun psikolojik açılımını yazabilirim ama bir kestirme yapayım;
çünkü bana benimle ilgili fazla soru sorma, ben zaten idare eden biriyim,
tam mutlu bile değilim o yüzden benim hakkımda daha fazla konuşmayalım
ve hemen sana geçelim...
iyidir dediğiniz an ile senden dediğiniz an arasında kaç salise var? bir düşünün
işte o zaman bu yazdığımı anlarsınız.
pekiiii gelelim işin ikinci komik tarafına,
iyidir senden diye sorduğumuzda
karşımızdakinden ne cevap bekleriz?
iyi be idare ediyoruz...
değil mi? sorunun cevabı büyük yüzdede böyle olur
soruyu sorduk cevap geldi iyi be idare ediyoruz.
sorunuzun cevabını ilk duyduğunuz andaki hissinizin ne olduğunu hiç düşündünüz mü?
ona da bir kestirme yapalım, söyleyeyim,
ilk hissiniz rahatlama olur. çünkü o da sizin gibi ne iyidir ne de kötü, o da aradadır.
ohhh rahatladım tek "fucked up" ben değilmişim demek...
işte ilk hissiniz budur.
uzun zamandır insanlarda takip ettiğim, gözlemlediğim bir nokta bu.
ezbere sorulan bir soru, ezbere verilen bir cevap ve iki tarafın
ohhhhh çektiği bir kısa konuşma.
ne dediğinize, size ne dendiğine ve/veya ne sorulduğuna dikkat edin.
otomatik cevap vermeyin.
soruyu önce düşünün kendi içinizde ve "doğru" olan cevabı verin.
bir süredir bunu yapıyorum ama tabi ki karşımdakilerin kafası karışıyor
ehh alışmış millet ezbere cevabı duymaya
ben "doğru" olan cevabı verdiğimde bir anda "hönk" tadında bir yüz ifadesi çıkıyor karşıma :)
naber sorusu ve müteakip cevaplar benim için önemli sorular
birinin hatırını soruyorsam gerçekten merak ettiğim içindir.
ve biri bana bu soruyu soruyorsa ona "doğru" cevabı veririm.
çünkü ben idare etmem.
idare edenler kendilerinin ne olduğunun farkında olmayan
taraf olmak yerine ortada gezinen insanlardır
taraf olmak sorumluluk getirir
taraf olmanın bir bedeli vardır
ama ortada olmanın ne sorumluluğu ne de bedeli vardır.
80 ihtilalinden önce kaldırımın solundan yürüyen komunist
sağından yürüyen ise dinci idi.
sol ya da sağ kaldırımda yürüdüğü için hayatını kaybeden insanlar oldu bu ülkede.
neden? çünkü taraf olmanın bir bedeli vardır.
biri size bir soru soruyorsa onu başınızdan savmak için cevap vermeyin. ona doğruyu söyleyin.
ve hayatınızda hiçbir zaman "ortada" olmayın idare etmeyin...
idare etmek kaybedenler (looser) için geçerlidir.
kazananlar (winner) seçim yaparlar ve idare etmezler.
seçimini yap tarafını belirle
idare etme...

26 Nisan 2010 Pazartesi

Tutunma Bırak...

ister dinci ol ister ateist
ister vejeteryan ol ister pescaterian
ister siyah ol ister beyaz
ne olursan ol
bilmediklerini unutma.
bu dünyaya doğarken nereden geldiğini
bu dünyadan göçerken nereye gittiğini
bilmiyorsun, bilmiyoruz.
ne bu beden bizim ne de içindeki organlar
bizim olan bir tek şey var o da
kafamızın içindeki düşünceler.
onlar dışında kalanlar sadece düşünebilip yapabilelim diye bize verilen araçlar.
önemli olan nereden geldiğin ya da nereye gittiğin değildir
zira oralarda neler olduğunu bilmiyoruz.
sadece bize söylendiği kadarına inanmak ya da reddetmek durumundayız.
uzunca bir süre doğumdan öncesi ile ölümden sonrasına takıktım.
anladım ki kavramamız gereken şey bu değil
nereden nereye bizim sadece dedikodu yönümüzü törpülemek için
gerekli bilgiler, gerisi hikaye
düşün ki bir gün rüyana ak sakallı bir dede girdi ve sana
nereden geldiğini ve nereye gideceğini söyledi.
sabah uyandın eeee ne değişti?
dişlerini mi fırçalamayacaksın ya da artık ellerinin üstünde mi yürüyeceksin?
hiçbir şey değişmeyecek
bu dünyada yaşarken kimse ermeyecek.
o halde yapılması gereken dedikodu kısmı ile değil
elde var olanla neler yapılabileceğine karar vermemiz.
elde var olan nedir?
ne kadar süreceğini bilmediğimiz bir yaşam...
bugünde bitebilir 50 yıl daha sürebilir
yani bilmediğimiz bir zaman dilimi içinde
bize bahşedilen zaman ne kadarsa onun içini doldurabilmek.
bilinmeyen limitli bir zamanın içini doldurabilmek için
önce bazı şeylerden vazgeçmek gerekir,
listenin başında da "kopamadıklarımız" gelir.
hepimizin bu dünyada kopamadığımız şeyler var,
kimimiz paradan kimimiz güzellikten
kimimiz evden arsadan kimimiz maneviyattan kopamaz
ama hepimizin kopamadığı şeyler muhakkak vardır.
ne zaman biteceğini bilmediğimiz bir süre için
bunlardan kopmamak yerine
önce kopamadıklarım diye bir liste yapıp
sonrasında işe listenin en basitinden başlayıp
kopamadıklarımızdan teker teker kopabildiğimiz takdirde
hem kendimize hem çevremize hem de bizden sorakilere
yaşanabilir ve bugünden daha iyiye gidebilecek bir dünya bırakabiliriz.
listeni yap ve kopamadıklarından kop.
biliyorum çok zor zira her denemede sanki canından can koparılıyormuş gibi hissediyor insan
amaaa bir kere koptun mu koptuğun şeyin içinde doldurduğu yer kadar
ferahlamayı hissettiğinde hemen listene bakıp bir sonraki kopamadığınla uğraşmaya başlayacağınıza emin olun.
listenizi yaparken sadece tek bir kişiye karşı dürüst olun,
kendinize...
ve bir plan yapın mesela ben her ne olursa olsun günde en az 15 dakika
kopamadıklarım listesinde sıradaki kopamadığım neyse onu düşünüyorum.
her gün en az 15 dakika.
çok mu?
ferahlamak için çok değil.
ferahlamak boşalan yeri dilediğin bir şeyle doldurabileceğimiz anlamına gelir.
kopamadığın bir şeyi boşalttığın anda oluşacak boşluğu neyle dolduracağımızı düşünmeliyiz.
ben kendimde her doğan boşluğu "iyilik" ile dolduruyorum.
her koptuğum kopamadığımdan sonra büyük ya da küçük farketmez bir iyilik yapıyorum.
tabi ki bu benim yolum
siz neyle doldurmak isterseniz onunla doldurun.
her gün en az 15 dakika
vaktim yok deme ve unutma
en büyük yatırım
kendine yaptığındır...

22 Nisan 2010 Perşembe

Bu Ülkede Kadın Olmak...

15 yaş civarında idim
bir sabah uyanıp Tanrı'ya beni erkek yarattığı için teşekkür ettiğimde.
çünkü ilk o yaşta iken kafama dank etmişti bir kadının hayatı boyunca her ay
hiç sekmeden her ay bir kaç gün sancı çekip regl olacağını.
çevremdeki kadınlar ve kızlar o günlerde huysuzluğun tavan yaptığı günler yaşıyorlar
ve birkaç gün içinde ise normal hallerine dönüyorlardı.
işte o gün çok müteşekkür olmuştum O'na.
daha sonra bir kez daha teşekkür ettim hamile kalmadığıma.
9 ay içinde ne olduğunu bilmediğin kocaman bir şey büyüyor,
enerjini çekiyor,hormonlarını delirtiyor, psikolojini bozuyor vesaire vesaire
ve tabi ki işin sonunda doğum sancıları ve memene yapışan küçük uzaylı tipli bir bebek.
yok yok demiştim ben bu işi hayatta yapamam
kadınlara saygım artmaya başlamıştı.
son dönemlerde ise gözlemlerim arttıkça, işim dolayısı ile dünyanın bir çok ülkesini görüp
oradaki kadınlarla buradakileri karşılaştırınca iki sonuca vardım;
1.- kadın doğmak başlı başına bir dert regl doğum falan filan
2.- bu ülkede kadın olmak bir ceza
öyle bir ülke ki burası erkekleri ata erkil yetişiyor demelerine bakmayın
türk erkeği anasının kuzusudur.
bunu okuyan bir kadınsanız şöyle bir imaj hayal edin;
bir erkekle tanıştınız sohbet ediyorsunuz, aranızda bir çekim oluştu,
bir süre sonra onunla öpüşmek için ona doğru hamle yaptınız,
başınıza ilk gelecek kabus nedir?
bu ülke erkeği diş fırçalamayı bilmez,
nereden mi biliyorum? açın avrupa birliği gelişim raporlarını okuyun göreceksiniz
bu ülkedeki diş macunu tüketiminin yüzdesel büyüklüğü kadınlar ve çocuklarda
ayrıca diş macunu tüketimi bu ülkede afrika ülkelerine eşdeğer
eh çekim oldu öpmek için yaklaştınız ağzıdan buram buram gelen
akşam yemeğinde yenmiş sarmısaklı mantı kokusu.
birinci sınavdan sınıfta kaldı erkek.
hadi dediniz bir şans daha ver ve öpme ama ona sarıl
kollarınızı açtınız ona sarıldınız
sırada ikinci kabus var nedir o?
ter kokusu...
yine aynı raporlarda deodorant kullanımı en düşük ülkeler listesinde başa güreşiyoruz
deodorant kullanmak küçüklükten kazandırılan bir özelliktir. eğer bu size kazandırılmamışsa
koktuğunuzun farkına bile varmazsınız çünkü o koku sizin için normaldir.
ikide iki negatif adım sonrasında kadın yine bir kredi vermek ister
diyelim ki o kredi yani üçüncü adım sex yapmak olsun.
soyunmaya başladığınız anda üçüncü şokkkk???
erkek gömleği çıkarıp pantalonu indirir veeee içinden
bembeyaz bir atlet ve ondan daha da beyaz bir "don" çıkar karşınıza.
Allah'ım bundan daha kötü bir görüntü olabilir mi?
bu da yetmezmiş gibi bu ülkede bir çok erkek çoraplarını bile çıkarmaya tenezzül etmez.
dişler berbat
vücut kokusu tavan yapmış
ve birde beyaz çamaşır kabusu.
ama dedim ya türk erkeği anasının kuzusudur diye
herif 40 yaşına gelir anası bıkmadan hala sorar;
altına atlet giydinmi bak üşütme hasta olma...
kadın olarak tek sıkıntı bu mu?
keşke bu kadar olsa
diyelim ki sigara içen bir kadınsınız
bu ülkede sokakta yürürken kaç kadın görürsünüz sigara içen?
belki 1 ya da 2
neden? çünkü sokakta sigara içen kadına "hafif meşrep" denir bu ülkede.
bizler elimizde fosur fosur tüttürürken "hafif erkek" olmuyoruz
ama kadın içerse bas damgayı "aaaa orospuya bak"""
sokaktan bahsederken bu ülkede kadınların yaşadığı eziyeti yazmadan geçemem
sokağa çıkan her kadın iddialı veya yalın giyinsin farketmez
yanından geçen erkeklerin onda sekizi kadının "kıçına" bakar.
yetmezmiş gibi gözleriyle sevişir ve bunu karşısında hiç tanımadığı kadına bile hissettirir
hava hafif kararmışken sokakta tek başına yürüyüşe çıkmış bir kadına ne denir peki bu ülkede;
- ırıspıııııııı
başka bir kız arkadaşıyla bir bara, cafeye gidip birşeyler içip sohbet etmek isteyen kadına nedir ?
-ırıspıııııııı
düşünsenize trafikte giderken yandaki arabadaki kadına bakmak isterken öndeki arabaya toslayan
dangalaklar bile var bu ülkede.
daha yazılacak çok örnek var ama
yazıyı çocukluğumdaki bir şarkı ile bitireyim;
bu şarkının ana fikri olivetti olivetti
bütün erkekler domuzzzz....
valla bayanlar siz bu ülkede yaşamıyorsunuz sadece hayatınızın günlerini geçiriyorsunuz.
Allah yardımcınız olsun...
not : kadınlar sütten çıkmış ak kaşık mı? hümme haşaaa ama onu da başka zaman yazarım.
not 2 : şarz diye birşey yoktur o kelime ŞARJ'dır
not 3 : kapora diye bir şey yoktur o kelime KAPARO'dur
not 4 : makosen diye bir şey yoktu o kelime MOKASEN'dir