2 Mayıs 2013 Perşembe

Korku...

küçücükken oluşuyor, oluşturuyoruz bugünkü korkularımızı.
ne yazık ki büyüdükten sonra ise hiç düşünmeden
teslim oluyoruz korkularımıza.
biz küçükken o ebada göre önce küçük yarattığımız
ancak sonrasında giderek kocaman olan korkularımız,
yavaş yavaş ele geçiriyor benliğimizi, bilincimizi
ve bir süre sonra da patronluğunu ilan ediyor.
korku içi boş, anlamsız, gözün görmediği, elin tutmadığı
özüne bakılınca ise insanın kendi kendine yaratıp
zamanla kendinden daha büyük hale getirdiği bir oyun aslında.
korku oyun olur mu? diye sormayın zira bana göre korku gerçekten bir oyun.
nasıl mı? bir örnekle anlatayım ;
diyelim ki küçük bir yaşımızda tv de bir film izliyor ve korkuyoruz,
film devam ederken anlık korkular yaşıyoruz.
peki film bitince? işte zurnanın zırtladığı yer burası
zira film bitti, içeri odanıza yatmaya gideceksiniz
ne hissediyoruz? korku.
peki peşinden ne yapıyoruz? imajinasyon.
neyi imajine ediyoruz? odamda biri var...
şimdi olmayan bir tarlaya olmayan bir tohumu ektik.
bu sefer içeride birinin olma ihtimalinin korkusu sarıyor her yerimizi.
çoğu zaman mutfağa gidip kocaman bir bıçak alıyoruz elimizde,
bak bak olmayan tarlaya olmayan bir korku tohumu ektiğimiz yetmiyormuş gibi
bir de bunun üstüne aksiyona da geçiyoruz.
artık içeride birinin olduğuna inanan benliğimiz,
kendini savunmak için eline bir de bıçak almış, hemde en kocamanından.
yavaş adımlarla odaya yaklaşıyoruz elde bıçakla,
bazen cesaretlenip odaya yakın bir yerde bağırıyoruz;
- elimde bıçak var çık saklandığın yerden... diye
olmayan yere tohumu ektik
ele bıçak alarak aksiyona geçtik yetmedi
bir de bunların üstüne efelikte yapıyoruz.
neyse zar zor odaya ulaşıp kapıyı çoğu zaman bir kerede hızla açıp,
bağıra çağıra odaya dalıyoruz.
bak bak efelikte yetmedi, atağa da geçtik.
odada kimse var mı?
yok
olmadığını en baştan biliyor muyduk?
evet
ama yinede bunca saçma şeyi yaptık.
odanın her noktasını kontrol ediyoruz (bıçak hala elde)
odanın "temiz" olduğunu görünce ise güçlü bir rahatlama (adrenalin pompasının bitişi).
aradan bir süre geçer, akşam bizi yine bir şey korkutur,
elde yine bıçak ev içi ava çıkış.
korku kişinin kendine tekrar ettirdiği bir duygu yumağıdır.
her korkumuzda
1.- imajinasyon
2.- aksiyon
3.- atak
bu örgü her korktuğumuzda kendini tekrar ediyor. tıpkı daha önce oynayıp
oynunun sonunu gördüğünüz bir bilgisayar oyunu gibi
korku değil kendini tekrar eden, insanın kendisi.
korku değil bize hakim olan, kendimizin korkuya verdiği izin.
korktuğunuz herhangi birşeyi düşünün,
o korkunuza sorular sormaya başlayın sanki sizin korkunuz değilmiş gibi.
ona nasıl ortaya çıktığını, neden bu kadar korkulası bir şey olduğunu,
ve daha sonra hemen bu korkunuzun kendini tekrar ettiği olayları düşünün
göreceksiniz ki korku dediğimiz duygu gerçekten içi boş ve anlamsız.
insan insan olalı milyarlarca şey yarattı duygusundan materyaline kadar.
ama bana göre yaratılan en boş, en anlamsız şey korku.
bir şeyi hiç unutmayalım, bu bedenin bu algının patronu kendimiziz.
biz kendimize ne dersek kendimiz onu yapar,
kork deriz korkar, işe deriz işer, ye deriz yer, sıç deriz sıçar.
işte korku yazdığım diğerleri kadar basit birşeydir.
önemli olan sizin korkularınızdan kurtulmak isteme eşiğiniz.
eğer gerçekten korkularınızdan kurtulmak istiyorsanız
onlarla konuşun ve onları ne zaman ve neden yarattığınızı hatırlayın.
insan korku gibi boş bir duyguya patronluğunu vermeyecek kadar değerli bir varlıktır...





29 Mart 2013 Cuma

Ne Diyorsun?...

Allah kaza bela vermesin
peki ne versin?
Allah yüzünü kara çıkarmasın
peki ne çıkarsın?
Allah şöyle yapmasın
Allah böyle vermesin
şunu demesin, bunu almasın
ve bunun gibi yüzlerce söylemimiz var.
çoğu gün içinde dilimize pelesenk olmuş ve her gün kullanıyoruz.
ama ne dediğimizi, ne istediğimizi tam düşünmüyoruz.
ben düşünceleri kafamda resmeder, tiyatro gibi oynatırım.
bakın gün içinde o kadar alışık olduğumuz bir söylemin tiyatrosu aslında ne kadar komik ;
Allah'ım lütfen kaza bela verme...
düşünce kafada düşünüldüğü anda evrene ulaşmıştır.
evrende her birimizin düşüncelerinden mesul olan varlıklar olsun,
isteklerimizi tasnif edip önem sırasına koyup huzura çıkardıklarını düşünelim.
görevli varlık Allah'la konuşur ;
- Allah'ım şu isimli kişi kendine kaza bela verilmemesini istedi.
Allah'tan cevap ;
- peki onların yerine ne vermemizi istedi?
- bilmiyorum onu söylemedi.
- haydaaa yahu ne garip bu insanoğlu, bana çoğu zaman neyi istemediklerini çok güzel
bir şekilde anlatıyorlar ama ne istediklerini araki bulasın. onun işini de biz yapacağız.
off çıkarın şunun dosyasını, iyice okuyun ve anlayın bakalım ne istiyormuş kaza bela yerine.
görevli varlık durur ve ;
- ama Allah'ım aşağıda bakma gereken bir sürü insan var. buna nasıl vakit ayıracağım?
Allah cevaplar ;
- sabret güzelim, zamanı gelince insanoğluda bizden neyi nasıl istemesi gerektiğini anlayacak.
---
neyi istemediğimizi çok iyi biliyoruz
peki ama neden neyi istediğimizi dile getirmiyoruz?
ayrıca neden bir şey isterken "negatif" dil kullanıyoruz?
lafa bak "bana kaza bela verme"...
lafın tümü negatif.
kaza negatif
bela negatif
verme negatif
neden kendimiz için "iyi" ve "pozitif" birşey isterken negatif bir dil kullanıyoruz?
bunun en basit cevabı : alışkanlık.
e iyi de bu konudaki alışkanlığımız yanlış ise yanlışa devam mı etmeliyiz?
neden neyi istediğimizi tam olarak dilemeyiz?
bir örnek vereyim ;
bir dostumla konuşuyordum, işiyle ilgili elinde bitirmesi gereken çok önemli bir proje var.
bana anlattıktan sonra ona ilk diyebileceğim şey kolaylıkla ;
- Allah projede yüzünü kara çıkarmasın... olabilirdi.
ama ııh öyle demedim zira negatiften pozitif çıkmayacağını çok iyi biliyorum.
ona aynen şunu dedim ;
- Allah bu projeden yüzünü aydınlık çıkarsın...
iki söylem arasındaki farkı tam görmek için bunları alt alta bir yazalım ;
ALLAH YÜZÜNÜ KARA ÇIKARMASIN.
ALLAH YÜZÜNÜ AYDINLIK ÇIKARSIN.
hangisini duymak istersiniz? cevap çok basit değil mi?
alışkanlıklarımız hayatımızın büyük bölümünü ele geçirmiş,
patron biz olacakken ipin ucunu alışkanlıklara verip onları patron yapmışız.
böyle geldi diye böyle gidecek değil ki.
başka bir örnek vereyim ;
Allah çoluğuna çocuğuna hastalık vermesin...
??? yine çatısı negatifle kurulmuş bir istek.
birinin çocuğuna böyle bir şeyle ilgili söylecek sözüm şunu şunu vermesin değildir,
Allah çocuğuna sağlıklı bir ömür versin... derim.
buradakiler günlük hayatımızdan çok küçük örnekler
sadece 1 tek gün konuştuklarınıza dikkat edin
defalarca negatife dayalı isteklerde bulunduğunuzu göreceksiniz.
bunu pozitife çevirmek insanın kendi elinde.
hem pozitife çevirince yukarının da işini kolaylaştırsak fena mı olur?

13 Şubat 2013 Çarşamba

Takılma oraya...

her insanın zayıf ve güçlü yönleri vardır
ve bu hepimiz için değişmez kuraldır.
komple "tamam" olanımız yoktur,
zaten bu dünyada komple "tamam" olma şansımız da yoktur.
doğarız, büyürüz,gelişiriz, gebeririz
ama hep öğreniriz.
birimize çok kolay gelen diğerinin kabusudur
kimimize leblebi çekirdek olan diğerinin kıçından kan getirir.
bana garip gelen ise kıçından kan gelen neden acaba bunca meşakkate rağmen
halen "diğerine" kolay olanı kendinde de kolay hale getirmeye çalışır?
yaradılışımız itibarı ile güçlü ve zayıf taraflarımız var.
ama nedense çoğumuz güçlü olan tarafımızı daha güçlendirmek yerine
hayat odağımızı zayıf olan yönlerimize kanalize ederiz.
ve sonuç çoğunlukla hüsran olur zira zayıf olan taraflarımız
doğuştan gelmedir tıpkı güçlü taraflarımız gibi.
kendimden iki örnek vereyim;
basketbol oynadım, yazıyı sağ elle yazmama rağmen
basketbolu sol elle oynadım.
bir koçum vardı sağ taraftan sol elle turnike attığımda
çıldırır ve öküzzzzz oradan o elle mi atılır deyip
ceza koşuları yaptırırdı.
bir gün geçtim karşısına ve şunu sordum ;
- yahu koç sağdan girip sol elle atıp kaçırdığım sayı neredeyse hiç yok
ama sen bana küfür edip devamlı ceza veriyorsun.
senin istediğin topun potaya girmesi mi
yoksa beni komple bir basketçi yapmak mı?
dedi ki : komple basketçi yapmak.
dedim ki : iyi de o potansiyel bende yok ama sağdan girip
sol elle sayıyı bulma potansiyelim var.
o halde bunun üstüne gidip potansiyelimi daha yükseğe çekmek yerine
neden devamlı zayıf tarafımın üstüne gidiyorsun?
durdu,baktı ve dedi ki : burası basket salonu, felsefe kulübü değil.o kulüple işim bu laftan sonra bitti.
kendimle ilgili vereceğim ikinci örnek ise iş hayatı ile ilgili
ofisimdeki masamın üzeri savaş alanı gibidir.
masamın siyah renk olduğunu görmek bile zor
zira masa üstü evraklar, kartlar,numuneler kataloglar vb. ile doludur.
patronum yıllarca "hayatımda senin kadar dağınık bir adam görmedim, şu masanı topla" dedi.
birkaç kez toplar gibi yaptım ama
iki üç gün geçince masa savaş alanı.
yine patronun tatavası yine benim toplar gibi hareketlerim sürdü bir süre.
bir gün patron geldi dedi ki "ulan bir daha bu masayı böyle görürsem seni işten atıcam"
dedim hiç bekleme hemen at. şaşırdı durakladı ve
işten atılmaktan korkmuyor musun diye sordu.
bende atılmaktan değil senin devamlı yanlış yöne takılı kalmanla
bu şirketin geleceğinden korkuyorum dedim.
patron karşımda bir an sarsıldı sonra "o ne demek be" dedi.
dedim patron otur karşıma.oturdu. çekmecemden bir kağıt çıkardım
üzerinde selim benezra yazıyordu ve kağıdın ortasında baştan aşağı
sayfayı ikiye ayıran bir çizgi vardı.
çizginin solunda zayıf selim, sağında ise güçlü selim yazıyordu. al dedim şunu oku.
tek tek zayıflıklarımı okudu ki aralarından biri düzenli olamamak idi.
sonra sağ tarafı okudu ve durup öylece bana baktı.
dedim ki sen sola yoğunlaştıkça sağdakileri kaçırıyorsun.
kaçırınca da sağda yazanlar üzerine bina kuramıyorsun böylece zaman kaybediyoruz.
anlatmak istediğim gücümüz ve güçsüzlüğümüz doğuştan gelenlerdir.
önemli olan onların neler olduğunu tam olarak anlayıp
güçsüzlüklerimizi güçlü tarafa geçiremiyorsak onları öylece kabul etmektir.
zira güçsüzlüklerimizi kabul etmek güçlü olduğumuz alanları da kabul etmek demektir.
bu kabul bizi güçlü olduğumuz alanlarda daha ileri götürebilecek çıkış noktamızdır.
çok düzensiz biri > ama çok zeki biri
hiç matematikten anlamayan biri > ama çok iyi türk sanat müziği bilen biri, vesaire vesaire...
zayıflıklarınla uğraş, onları güce çevirmeyi dene
ama olmuyorsa fazla uğraşma ve ona harcayacağın gücü ve zamanı
güçlü olduğun taraftakileri daha da güçlü olmaya harca.
unutma hiçbir zaman komple "tamam" olmayacaksın/olmayacağız.
seni güçlü yapan yanlarını iyice öğren ve onları geliştir.
zayıf olan yanların için ise eğer değişmiyorlarsa kabul et ve geç.
unutma güç akıldan gelir ve akıl doğru kullanıldığında güç demektir...

21 Kasım 2012 Çarşamba

Ya Sizde Durum Ne?...

hayatımda nefret ettiğim insan sayısı : 0
10 yıldan fazla süredir devamlı kızgın olduğum insan sayısı : 1
10 yıldan kısa süredir devamlı kızgın olduğum insan sayısı : 6
son 5 yılda ara ara kızgınlığımın tekrarlandığı insan sayısı : 4
son 5 yılda benden nefret eden insan sayısı : bilmiyorum
son 5 yılda ara ara bana olan kızgınlığını tekrar eden kişi sayısı : 3
günlük kızdığım insan sayısı : günlere göre değişse de ortalama 10
son 5 yılda hayatımdan çıkardığım insan sayısı : 1

geçenlerde kafa doktoruma şuna buna kızıyorum,
benim durum iyi değil galiba gibisinden bir mesaj gönderdim.
ama sonra durup düşündüm ve dedim ki
benim 5 yıllık kendimi kontrol sürem gelmiş.
kontrol ettim sonuçlar yukarıda.
göründüğü kadar da karanlık değilmiş tablo
hatta aydınlanmış bile diyebilirim
zira her hesaplaşmamı bir kenara insanların isimleri ile not ediyor ve saklıyorum
bir sonraki hesaplaşma vakti geldiğinde o kağıdı çıkarıyorum
 ve isimleri kontrol ediyorum.
işte bu sefer uzun süreden beri ilk kez pozitife gidiş başlamış
şöyle ki bir önceki hesaplaşmamda nefret ettiğim insan sayısı 1 iken şimdi 0
yani hayatımda beni nefret duygusuna iten kişi ile olayımı bitirmişim.
bu ne demek? beni negatife çeken kişi artık beni oraya çekemediğine göre
ona harcadığım negatif zaman ve duyguyu
istediğim takdirde pozitif olarak başkasına/başkalarına yansıtabilirim.
diğer sorulardaki rakamlar bir aşağı bir yukarı neredeyse aynı
ancak beni sevindiren nokta günlük kızgınlıklarımdaki isimlerin bir kısmının değişmesi.
bu değişim hayatıma son 5 yılda bir sürü başka insan girmesinden değil
bir şekilde benim o kişi/kişilerle aramı düzeltmiş olmam.
yukarıdaki hesaplaşmayı ilk yapmaya başladığımda (1997)
çok rahatsız olmuş, kızmış bağırmıştım
ama yapmaya devam ettikçe rahatladım ve bunu sevmeye başladım.
bu hesaplaşma bana kendi kendime
dürüst olmayı,
duygularımı dinlemeyi
ve kendi tekamülümde yürüyebilme şansını verdi.
kısacası kişinin belirli sürelerle
kendi ile hesaplaşması kişiye kendisi hakkında
çok çok önemli ipuçları veriyor.
kendinizi gerçekten tanımak
ve kendinizi gerçek anlamda kabul etmek istiyorsanız
bu bir yol olabilir...



24 Eylül 2012 Pazartesi

Yürek Lazım...

severim atasözlerini,
tabi saçma olmayanları
bazıları öyle bir ders verir ki sabaha kadar düşünür dururum
ama bazıları da komedinin önde gidenidir.
sevdiğim ve üzerine özellikle düşündüklerim arasındakilerden biri ;
doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar...
bu atasözüne her yerinden bakarım,incelerim, anlamaya çalışırım.
hepi topu toplamında 5 kelime olan bu söz içinde alt başlıklar halinde
bir çok farklı anlamlarda barındırır.
açık olmak gerekirse bu ülke insanına bu kadar yakışan atasözü de pek azdır.
bu ülkedeki neredeyse hiç kimse karşısındakinin
ona doğruyu söylemesinden mutlu olmuyor.
insanların büyük bir çoğunluğu bir aldatmacanın içinde
yaşamlarına devam ediyorlar.
üzücü olan nokta ise bu insanlar bunu bilmelerine rağmen devam etmeleri.
çevir sokaktan birine sor ;
- senin için iyi arkadaş,dost ne demektir? diye...
ilk vereceği cevap "kafaca en iyi anlaştığım kişidir" diyecektir.
bu soruya verilen ilk otomatik cevap budur.
ama bu yanıtı veren kişiye ;
- peki ya dostun senin hakkında sana yanlışlarını söylüyorsa? diye sorarsanız
önce "olsun canım dost acı söyler" diye başka bir otomatik cevap verecektir.
ancak çevremize baktığımızda görüyoruz ki
eğer arkadaşım benimle aynı şekilde düşünmüyorsa arkadaşım değildir
tadında bir sürü arkadaşlık görebiliriz.
çocukluğumdan beri gördüğüm her yanlışı çekinmeden
dile getirebileceğim dostluklar aradım.
buldum mu? evet ama tabi ki çok az.
ama anladığım bir tek şey var ki
o da bu ülke insanı eleştiriyi kesinlikle hiç sevmiyor.
eleştiri yapanı ise yanında bile tutmuyor.
yani eleştiriyi, yapılan kişiyi ileriye
götürecek bir kelam ordusu olarak göremiyoruz.
hal böyle olunca ve bu hastalık toplumu sarınca
ortaya körlerin sağırlarla birbirlerini ağırladıkları,
doğruyu söyleyenlerin ise oradan oraya savrulduğu bir toplum çıkıyor ortaya.
insan eleştirilmekten neden korkar?
yanlışı su yüzüne çıkacağı için.
bu toplumda insanlar başkası onun yanlışını görürse/bulursa rezil olacağını
ve karşıdakinin gözünde değerini kaybedeceğine inanıyor.
işte bu yüzden ortaya ya ikiyüzlü/yalancı ya da körler/sağırlar örnekli kişiler ortaya çıkıyor.
aslında hepimiz durumun farkındayız zira eğer ortada
evrensel bir doğru varsa, insanın içi o doğruyu ne kadar değiştirmek istese de beceremez
ve değiştiremediği şey içinde uhte olarak kalır. sanki hiç geçmeyen bir yara gibi.
evet herkesin herşeyin farkında ama ortaya çıkıp bir babayiğit gibi
gerçekleri söylemekten korkuyor insanlar.
neden korkuyor?
ilk sebebi bunu söyleyecek kişinin söyleyeceği kişi tarafından artık sevilmeyeceğini düşünmesi.
peki ikincisi?
yanlız kalmaktan korkuyor.
toplumun büyük yüzdesi körler/sağırlar dengesinde yaşadığı için
doğruyu söyleyen adam yanlız kalır.
ama kalkıp sokakta birine sorarsan
aaa olur mu öyle şey, darağacına gitsem gerçekleri söylemekten vazgeçmem der.
(yalanın önde gideni)...
gerçekleri söylemek gerçekten yürek isteyen bir iş.
denedim/deniyorum oradan biliyorum :)
bazen çok zor oluyor,gerçekten çok zor oluyor
ama o zamanlarda da aklıma tek bir söz geliyor ki o da ATA'mın sözü ;
- muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur...
işte korkudan kurtulmanın yolları kitabı ders 1 ;
MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET DAMARLARINDAKİ ASİL KANDA MEVCUTTUR...

21 Eylül 2012 Cuma

Geçmiş Hayatlar...

insan oldu olası geçmiş yaşamlarının peşinde koşmuştur.
acaba kimdim? nerede yaşamışım?
hangi zamanda yaşamışım?erkek/kadın mıydım? vesaire vesaire vesaire.
hiç bir zaman anlayamadım insanın neden geçmişinde kim olduğunu merak etmesini
zira adı üstünde "geçmiş" yani geçmişte kim olduğunu bilmek,
sana bu hayatında ne katabilir hiç düşündün mü?
büyük ihtimalle düşünmedin. peki neden bu merak?
hadi diyelim bildin ee ne oldu? saçların yeşil mi çıkacak veya boyun 4 metre 10 santim mi olacak?
testler mestler sürüsüne bereket şey var bu geçmiş hayatla ilgili.
merak eder dururum bir insan bu testleri neden yapar acaba diye.
birde baktım ki facebook'ta moda olmuş geçmiş hayatında kim/ne olduğunu bulmak.
ama adım gibi eminim ki bulan bulduktan 1 saat sonra unutuyordur.
peki o zaman ne işe yarıyor bu?
hadi diyelim ki testi yaptın ve geçmiş yaşamında Kristof Colomb olduğunu anladın
eee ne olacak? bir gemiye atlayıp dünya seyahatine mi çıkacaksın?
yoooo hayatında hiçbir şey değişmeyecek.
peki o halde hayatımda hiçbirşeyi değiştirmeyecek bir şeye neden vakit harcayayım ki?
bunun gibi geçmişte kalmış ve bugünkü hayatına değer katmayacak işlerle uğraşacağına
gelecekle uğraşsan daha iyi olmaz mı?
geleceği şekillendirmek,
geleceği daha isteyerek bugüne yaklaştırmak,
gelecekte hayal ettiklerin, olmasını istediklerin için planlar yapsan?
yani uzun lafın kısası kıçı kırık işlerle uğraşmak yerine
bizden sonraki nesiller için elle tutulur birşeyler yapsak?...

20 Eylül 2012 Perşembe

Türk müsün?...

sokakta çevrendekileri umursamadan yere tükürür müsün?
halka açık yada kapalı diye bakmaksızın eline şeyine götürüp
çorba gibi karıştırır mısın?
deodorant kullanmak yerine doğal kokunla
yaşamaya devam edip çevrendekilerin burun direğini kırar mısın?
dişlerini haftada en fazla 1 kez mi fırçalarsın?
tuvalet kağıdı senin için "sosyetik bir şey" midir?
yeni tanıştığın birine ilk sorduğun soru "nerelisin" midir?
konuşurken sesinin tonunu ayarlama ihtiyacı bile hissetmez misin?
arabanı kurallara uyulması gereken bir araç yerine
aracına uygun kurallar yaratarak mı sürersin?
herşeyin kopyasına dadanıp çevrende sanki
orijinalmiş gibi mi dolaşırsın?
cebinde üç kuruş yokken yeni çıkan son teknoloji telefonları
sittin sene uzunluğunda taksitlere girerek öder misin?
yediğin her yemekte yada yaptığın her alışverişte şikayet edecek bir şeyler bulur musun?
kadın kafanı bozunca tokadı basar mısın?
teknolojik yenilikler dışındaki herşeye
önce hangi ülke bulmuş sorusunu sorar mısın?
ve hatta eğer bunlar işine gelmeyen ülkeler tarafından bulunduysa
onlara "şeytan işi" der misin?
yanındaki kadını yazın ortasında kıyafetlerin içine gizleyip
ama aynı anda yanından geçen rahat giyimli kadınla ilgili kafanda fantaziler kurar mısın?
sadece kendi çıkarlarına göre konuşur musun?
bir gün beyaz dediğine ertesi gün patronun siyah dedi diye siyah der misin?
kısacası yalakalık sınırının en tepesinde misin?
herşeyi kendine hak görüp daracık bir dünyada mı yaşarsın?
Atatürk'ün "muassir medeniyetler seviyesi" söylemini anlamak için hiç vakit harcamaz mısın?
bu listedekilerden en az üç tanesi sende varsa evet Türk'sün.
ne yazık ki bu böyle. bu ülkenin sana bahşettiklerinden faydalanıp
ülkeni, kendini,aileni ve çevreni ileri götürmek yerine
hala bu listedekilerle yaşıyorsan
ve geleceği hiç düşünmeden sadece "nossun işte yaşıyoruz" diyorsan evet Türk'sün.
halbuki Göktürk'lerden beri gelen Türk'lük kavramındaki "daima ileri" mantalitesini
senden sonraki kuşaklara aktarabilsen de senden iki kuşak sonrasının
yapılandırılmasına katkıda bulunan bir Türk olsan?
seçim senin...