26 Mart 2010 Cuma

Neden Kızıyoruz?...

diyelim ki ;
6 yaşındasın, evindesin ve ev anne babanın misaifrleri ile dolu.
salonda sohbet ederlerken bir laf söylüyorsun
çocuksun
tabi ettiğin lafta çocukça olacaktır.
yine diyelim ki ;
baban sen o lafı ettikten sonra yanına gelip
- ne diyosun sen len zibidi...
deyip
kafana bir şaplak atıyor, misafirlerden bazıları da gülüyor.
sen içeri odana gidiyorsun ve olan olay hakkında düşünmeye başlıyorsun
ne hissedersin?
evdeki insanlara rezil olma?
aşağılanmışlık?
babana kızgınlık?
utanç?
ve benzerleri...
işte o an ne yaparsın?
bir karar verirsin,
kendi kendine şunu dersin ;
- bir daha biri bana bunu yaparsa ona kızacağım...
ve bu şablon bilincine yerleşir.
ne kadar uzun zaman geçerse geçsin
bunca geçen uzun zaman içerisinde kimse kafana şaplak atmamış bile olsa
yıllar sonra bir gün biri kafana şaplak atarsa vereceğin ilk tepki ne olur sence?
KIZMAK...
şimdi şaplağı yediğin anda düşünce sisteminin nasıl çalıştığına bakalım ;
şaplağı yediğin ilk an beyin vücuduna ilk şu soruyu sorar :
- bir yerin acıdı mı?
çünkü acırsa beyin duygulara ona göre emir verecektir.
vücudundan beynine cevap geliyor :
- hayır acımadı.
eğer ilk tepki "acı" değilse beyin vücudun ve duyguların harekete geçmesi için ne yapar?
bilinçaltına şunu sorar :
bu şaplak sana neyi hatırlattı?
bilinçaltın cevap verir :
- 6 yaşımdayken evde misafirler varken babam şaplak atmıştı ve şunu şunu hissetmiştim...
beyin cevabı aldıktan sonra görevi gereği duyguları ve vücudu harekete geçirmek zorundadır.
ve beyin emiri verir :
- ŞU AN KIZMAN GEREKİYOR...
emri alan duygular ilk olarak vücudundaki mimiklere kendi emrini gönderir
- yüzünü buruştur ve kızgın ifade takın.
vücut ilk tepkiyi surat ile verdikten sonra surat kızgınsa benim de harekete geçmem lazım der
ve vücut yediği şaplağın karşılığını kişinin karakterine göre verir.
kimi vücut şaplağı atana şaplak atarken kimi de güler geçer veya tehdit eder :
- bana bunu sakın bir daha yapma.
işte insandaki kızgınlığın adım adım yolculuğu.
peki bu noktaya eriştikten sonra bunu bilmek yeterli midir yoksa yapılabilecek başka bir şey daha var mıdır?
evet vardır.
eğer kendimize "beynimizin acıdan sonraki sorusuna otomatik olarak cevap vermeden önce"
sadece 1 saniyeliğine "DUR" diyebilirsek daha sonra oluşacak adımların önünü keser ve
duygularımızın vücudumuza "tepki ver" emrinin önüne geçeriz.
böylelikle sonrasında oluşabilecek diğer aksiyon ve reaksiyonları elemine etmiş oluruz.
bunu yapabilmemiz için bir tek şeye ihtiyacımız var ;
1 SANİYE...
o saniye bizim odağımızı değiştirecek ve kızgınlığın önüne geçecektir.
anahtar bu
yapılması gereken tek şey :
PRATİK...
beyin insanın yönetmeni gibi görünse de unutmayalım ki beyin önce soru sorar daha sonra emir verir.
beyinin sorduğu soruların neler olabileceğine hükmetmek ise bizim elimizdedir.
önemli olan o tek saniyeyi araya sokabilmektir.
araya giren saniye devre bağlantısını koparacak ve sonraki adımları ortadan kaldıracaktır...

24 Mart 2010 Çarşamba

Algı ve Bilinç...

otomatik yaşıyoruz
bakarsak görmeden
işitirsek dinlemeden
ezbere yaşıyoruz
taktım bu otomatik yaşama olayına
mesela yaklaşık 2 yıldır her sabah niştantaşı starbucks'tan double espressomu short bardakta alırım ,
ilk başlardaki bir kaç ay her sabah "short bardakta double espresso" dediğimde kasadakinin beni ilk "işittiğinde" algılayamadığını gördüm.
ilk başlarda belki de benim söyleyiş şeklimden anlamıyorlar diye düşündüm

yaklaşık 1.5 ay boyunca orada çalışanların müşterileri nasıl "işittiklerini" her sabah bir kaç dakika izledim
ve en sonunda konuşmayı bilen her insanın anlayabileceği şekilde bir söyleyiş tarzı buldum
1.5 ay boyunca pratik yaparak en doğru söylemi bulup sabah kahvemi almaya gittim
ve "short bardakta double espresso" dedim
peki sonuç ne oldu?
short mu bardak mı doppio mu gibisinden acaip laflarla karşılaştım
yaklaşık 1 ay daha gözlemledim, söyleyiş tarzımı traşladım, düzelttim, değiştirdim ve yine kahvemi almaya gittim,
short bardakta double espresso lütfen
sonuç?
aynı...
anladım ki olay benden kaynaklanmıyor
sadece otomatik yaşayan birileri var karşımda
işitiyor ama dinlemiyor
bakıyor ama görmüyor
bir sabah yine gidip kahvemi söyledim
karşımdaki otomatik yine anlamadı ne istediğimi
durdum,gözlerinin içine baktım ve
beni dinliyor musun? diye sordum
evet dedi
bende hayır dedim
dinlemiyorsun işitiyorsun
durdu bana baktı
short bardakta double espresso dedi
aferin güzelim bak çok zor değilmiş dinlemek değil mi dedim
anlamadı
çok önemli değil ben artık her sabah bir kere söyleyerek kahvemi alabiliyorum.
dikkat etmemiz gereken nokta algımızla bilincimizi ortak hareket ettirebilmek.
hani bazen bir arkadaşınızla konuşurken onun size baktığını dinliyormuş gibi yaptığını
ama dinlemediğini anlarsınız ya
o an fiziken kendini sizi dinlemek zorunda hissettiği için oradadır
ama bilinci orada değildir ya işte onun gibi.
kendinizi iki parça olarak görün
algınız ve bilinciniz...
birini dinleyecekseniz hakkını verin ve
önce kafanızın tam ortasına hayali biz çizgi çekin
bir tarafta algınız diğer tarafta bilinciniz olduğunu düşünün
ve karşınızdaki konuşmaya başladığında algınızı ve bilincinizi o hayali çizgi üzerine çekmeye çalışın
ilk başlarda ikisini çizgiye çekmeye uğraşacağınız için karşınızdakine konsantre olamayacaksınız
ama bir kaç sefer bunu ısrarla denerseniz bir süre sonra bu sizde otomatikleşecek
ve en sonunda karşınızdakini "dinlemeye" başlayacaksınız.
bu yaptığınızı karşınızdakine söylemenize gerek bile yok
zira bir süre sonra bunu otomatik olarak yaptığınızda
yani onu gerçekten dinlemeye başladığınızda
zaten o konuşmanın hiç tıkanmadan aktığını göreceksiniz.
ve karşınızdaki bunu direk olarak algılayıp hissedecek.
buna basit bir oyun gibi bakabilirsiniz
ben öyle bakıyorum.
burada önemli olan karşınızdakine onu ne kadar dikkatle dinlediğinizi göstermek değil
kendinizdeki ikisini bir edebilme pratiği yapabilmektir.
doğadaki dualiteden ötürü biz insanlarda da bir çok şey eşit yaratılmış.
eşit derken ikili şekilde demek istiyorum
bu oyunun ileri safhası kendi içimizde kendimizin ikisini bir etmektir
ama başlangıç için önce işitmeyi değil dinlemeyi bakmayı değil görmeyi öğrenmemiz gerekiyor.
unutmayın önemli olan karşınızdaki hakkıyla dinlemek değil
kendinizi dinlemeyi öğrenmek...

23 Mart 2010 Salı

Mutlu olma - Umut paradoksu

mutlu bir doğada yaşayan mutsuz varlıklarız.
bu dünyada bizim gibi mutsuz hiçbir canlı yoktur
en rahatımızın bile kıçına birşeyler batıyor
ve mutsuz olabilecek birşeyler buluyor.
peki neden doğa kendi içinde mutsuzluk yaşamazken
O'nun yarattığı en mükemmel, en estetik, en zeki varlık böylesine mutsuz?
neden mutsusuz?
hiç düşündük mü?
çoğunlukla düşünüyor ve şu şu olaydan ötürü mutsuzum diyoruz.
peki şu şu dediğimiz olay bizim istediğimiz şekilde sonlanırsa o zaman mutlu mu oluyoruz?
evet ama geçici.
doğada hayat hariç herşey kalıcı iken neden bizim mutluluğumuz geçici?
mutluluğumuz bir mutsuzluğumuzun çözümüne bağlı.
bir mutsuzluğumuzu çözdüğümüzde mutlu oluyoruz
taa ki bi sonraki mutsuzluğa kadar.
bu nasıl bir çelişkidir?
yani insanın doğasında mutluluk-mutsuzluk oranı hiç 50-50 olamaz mı?
en mükemmeliz diyorsak demek ki insanın kendi içinde de doğada var olan ve hiç değişmeyen kuralın
olması gerekiyor...
DUALITE= EŞİTLİK
o halde bizde mutluluk ve mutsuzluk oranımızı yarı yarıya dengeleyebiliriz
ama mutlu olmak için önce mutsuz olmayı sonra mutsuzluğu çözüp mutlu olmayı seçiyoruz.
buraya kadar eğer üstünkörü okuduysanız başa dönün ve bir kez daha okuyun
zira şu kısacık bir kaç satırda aslında mental bir devrim yazdım/anlayana...
neyse anlayan okumaya devam etsin
peki bize mutlu olmak yerine mutsuzluklarımızın üzerinden mutlu olabilme paradoksunu ne yaşatıyor?
eğer soruları böyle sırasıyla sormaz ve işin köküne inmezsek
bulacağımız cevaplar sadece yüzeysel olur.
bize bu paradoksu ne yaşatıyor diye sordum
ahanda cevabı
UMUT...
insana hayatı boyunca devamlı olarak bu çelişkiyi yaşatan tek şey umuttur
umut edip yaşarız
ama umudun ne olduğunu düşünmeyiz bile
nedir umut?
bomboş bir şey
ileriye dönük mantığı olmayan bomboş bir kavram.
eğer bir şeyin içi sadece ileri dönük ise o şey yanlıştır
bunu unutmamanız için tekrar ediyorum
eğer bir şeyin içi sadece ileri dönük ise o şey yanlıştır...
olduğundan bilgimiz olmayan bir şeyin üstüne hayatımızı kurmuş oluyoruz.
gelecek vardır diyebilir misiniz?
sadece var olduğunuzu sanıyoruz
neden?
çünkü doğduğumuzdan bugüne dek hem öyle anlattılar hem öyle gördük
akşam yatarsın ertesi gün kalkarsın
aha işte sana gelecek.
geleceğin ne olduğunu anlamak için işe zamandan başlamak gerekir.
ama zaman konusunu ayrı bir şekilde yazacağım.
kıssadan yolumuza devam edelim,
içinde sadece gelecek barındıran şey yanlıştır dedik.
peki o halde neden yanlış bir şey üzerine hayatımızı kuruyoruz?
yıldız ve gelecek isimli yazımda aslında bunu açıklamıştım. oku gör.
madem ki yanlış bir şey üzerine hayat kurulmaz o halde neden umutla yaşıyoruz?
birşeyin olması gerekiyorsa zamana,tecrübeye ve yola ihtiyacı vardır.
bunlar oluştuğu takdirde o şey olur.
zamana hükmedebilir miyiz?
hayır.
tecrübeye hükmedebilir miyiz?
hayır
peki yola?
işte bunda belirleyici olabilme ihtimalimiz var.
bir şeyin olması için 3 şeyin bir araya gelmesi lazım ve
bu üçlüden 2 tanesi bizim elimizde değil
diğerinde ise sadece bir kısım rolümüz var hadi ona da buçuk diyelim
hayat matematik üzerine kurulmuş ise (yok yok kurulmadı deyip güldürmeyin beni)
üç üstünden yarım almış oluyoruz
işin ikibuçuğu bize bağlı değil.
o halde neden bu UMUT?
ileri dönük içi boş ve özellikle mantığa uymayan bir olgu için hayatımızı piç ediyoruz
bakın bir örnek vereyim;
kızkardeşim hamile
2-3 hafta sonra doğuracak
doktor herşey yolunda gidiyor dese bile
ailede kimse konuşmasa bile
herkesin içinde "umarım herşey iyi gider" diye bir umut var.
doktor herşeyi göremez ama 3'e karşı 2.5 kuralından fazlasını görebiliyor.
yani çocukta bir problem varsa ilk oluşumundan itibaren görebiliyor.
ama bu kadar büyük bir oran bile bizi mutlu etmeye yetmiyor.
tam tersine o çocuk doğana kadar anlamsız bir endişe ve huzursuzluk bitmiyor
doğduktan sonra eğer hiçbir sorun yoksa da "Allah'a şükür" diyoruz.
Allah'ın eniştemle kızkardeşim arasındaki cinsel hayata karşı ilgisi olduğunu pek sanmıyorum.
yani bu işin Allah ile alakası yok.
haaa doğa işe parmağını sokarsa onu bilmem
ama bu bile 3'e karşı 2.5'tan daha düşük bir ihtimal
demek ki boşu boşuna endişelenip huzursuz oluyoruz.
çünkü geleceğin ne getireceğini bilmiyoruz
bu bilinmezlik bizi korkutuyor
korku başladığı anda ise bizden daha güçlü olduğunu düşündüğümüz güçlere ihtiyaç duymaya başlıyoruz.
olan şey dilediğimiz gibi biterse de bayram yapıp mutlu oluyoruz.
gördünüz mü umudun bizi önce mutsuz edip sonra mutlu etmesini?
olaya büyük resimden bakarsak yaşadığımız her ama herşey
bir dairenin hareketi, oluşumu ve sonuçlanması.
yukarıda zaman tecrübe yol üçleminden sonra
şimdi de başka bir üçleme çıkıyor karşımıza
hareket oluşum sonuç
zaman hareketi başlatır
tecrübe bir olayın oluşmasını sağlar
yol ise sonuca gider
ilk üçlemeyi beyaz bir kağıdın üstüne
ikinci üçlemeyi aynı kağıtta ilk üçlemenin biraz altına yazın
zaman    tecrübe  yol
hareket  oluşum  sonuç
işte umut gibi bomboş ilerle uğraşıp mutsuzluktan mutluluk yaratma sevdası yerine
bu formülü hayatınızda kullanabilirseniz
anda kalabilir
anı yaşayabilir
korkularınızdan kurtulabilir
kısacası mutlu olabilirsiniz.
sevgiler

Cılkını Çıkarmak...

Orta direğin biraz üzerinde,
Zenginliğin epey altında arada bir yerlerde sıkışmış
maddi durumu olan biriyim.
bu maddi durum bana bu şehirdeki "iyi" sayılan restaurant, gece kulübü vesaire yerlere gitmemi sağlıyor.
son bir kaç senedir bu tip mekanlara giden insanların ne kadar da yalandan maske taktıklarını görüyorum.
ulan lokantaya girmeden önce ana avrat küfür eden, cahilce konuşmalar yapan tipler o yerlere girdikleri
andan itibaren bir değişiyorlar bir farklılaşıyorlar inanılmaz...
bir çifti örnek alalım mesela cumartesi akşamı bir grup arkadaş ile bir yerde yemek yiyecek olsunlar
bakın neler oluyor;
önce mekana gelme faslı var
mekana yaklaşırken arabada kadın aynaya bakıp nasıl göründüğünden başka bir halt düşünmezken
arabayı kullanan erkek ise mekanın yakınına geldiğinde arabasını güvenle teslim edecek vale'yi arar gözleri ile
arabadan bir inişleri var sormayın gitsin, sanırsınız ki bu ikisi sanki kanser ilacını bulmuşlar, bir hava bir hava ufffff uçuyorlar
kapıdaki vale ile muhatap olunmaz hatta yüzüne bile bakılmaz arabadan indikten sonra.
mekandan içeri ilk giriş;
mekan şefi bunları karşılar merhaba falan der ama bizim çift yine burnundan kıl aldırmaz onu da görmezden gelir.
üstelik bir de hava yapışmıştır artık üstlerine
nedir o "hava"?
bizim zaten randevumuz var bunu bize sorman bile lüzumsuz havası
neyse ilk imaj sınavını geçtikten sonra arkadaşlarının beklediği masaya gelirler veeeee
masadan bir kıyamet kopar:
naaaaaberrrrrrrrrrrrr
ıyyggg uyuz oluyorum buna
naaaberrrrrrrrrrrrr
saniyeler sürer bu naber
sanki daha uzun söyleyen şampiyon olacak.
özellikle kadınlar masadaki herkesi görmüş olmasına rağmen herkesi tek tek öper (bu öpüjeeemmm olayını da hiç anlamıyorum ya neyse)
bir sonrakini öpmek için yanaştığında kadının yüünde öyle bir ifade vardır ki sanki karşısındakini 10 yıldır görmemiş...
aaaaaaaa bilmemkim naberrrrr güzelimmmm nasılsınnnn
binbir bitmez naberrrrrin peşinden masaya yerleşirler
ve kadınlar saniyesinde car cara başlar
erkekler o anı çoğunlukla menüye bakmakla geçirir
garson gelir sipariş için hazır olup olmadıklarını sorar
sadece masadaki erkekler buna hazır olduklarını belirtir
kadınların umurunda bile değildir o an sipariş mipariş
erkeklerin içinden biri artık sipariş verilmesi gerektiğine karar verir
ve siparişlerini vermeleri için kadınları organize etmeye çabalar.
işte sinir anı bölüm 2 orada başlar
çünkü bütün kadınlar önce kendi aralarında daha sonra ise eşlerine "sen ne yicennn" diye sorarlar
dünyadaki en anlamsız sorulardan bir tanesidir bu.
sana ne kardeşim o ne yiyecekse
sen ne yiyeceğine baksana
amaaa yokkkkk kadında doğal bir muhtarlık var ya illa bilecek kim ne yiyecek diye
sanki ben kaşarlı tost istesem o da yiyecek.
yahu zaten ne yiyeceğin belli kendi kafanda olayı bitirmişin ne gereksiz bir konuşmadır bu be
veeeee geliyoruzzzz bitirici lafa
işte bu laf son yıllardır nereye gidersem gideyim özellikle kadınlar tarafından kullanılıyor
ve beni fitil ediyor
kadın garsona siparişini aynen şu şekilde veriyor;
ben bir bilmemne salatası RİCA EDEBİLİR MİYİM?
ya bu ne beeeeee
çıldırmak istiyorum bunu duyduğumda
ne demek ulan rica edebilir miyim?
garsona kendisinden bir şey rica edip edemeyeceğini niye soruyorsun?
yiyeceğinin parasını ödemiyormusun sen kardeşim?
o halde neden rica edebiliyor musun?
peki bu yalancı rica edebilir miyim in altında gerçekte ne yatıyor hiç düşündünüz mü?
ben anlatayım
şimdi kadın bir kere umuma açık her yerde kendini sınavda sanıyor.
önce masadaki kadın arkadaşlarına,sonra masadaki erkeklere ve son olarakta garsona karşı
ne kadar yumuşak konuşursam beni o kadar asil görürler diye konuşmasına sonuna kadar ve her kelimesi ile dikkat ediyor
ve garsona rica edebilmenin kendisini arkadaşları ve çevresinde "sosyete" gösterebileceğini sanıyor.
bir akşam bir yemekte masamızdaki bayanlardan biri bunu söylediğinde sordum
bu soru ne anlama geliyor diye,
masadaki tüm bayanlar anında konuyu değiştirdiler.
anladım ki onlara göre asil veya sosyete sayılabilmenin yolu YALANCILIKTAN geçiyor.
olmadığın gibi davranırsan
olmadığın gibi konuşursan
YALANCISIN demektir
herşeyde olduğu gibi bu işinde cılkını çıkarmakta üstümüze yok.
git lokantaya ver siparişini ye yemeğini öde paranı yürü git
oradaki garsona ve diğer kişilere yalakalık yapıp başkalarının gözünde "sosyetik" görünmenin altında yatanı niye hiç düşünmezler?
nedendir bu herkese naberrrrrrrrrrrrr yalakalığı?
ben nedinini biliyorum da sen biliyor musun?
çevrene kendini şirin göstermek için 2 sebebin vardır
ilkini yazdık : olduğundan daha önemli biri olduğuna karşındakini inandırmak
peki ikincisi?
içinde olduğundan farklı bir kişiyi oynamanın sebebi nedir?
onu da başka bir sefer yazarım...

22 Mart 2010 Pazartesi

Hangisi acaba?

oğlumla bu hafta sonu ilginç bir diyalog yaşadım.
oğlum 4.5 yaşında ve o 2 yaşında iken annesiyle boşandık.
o yüzden anne ve babasını yan yana pek göremedi.
tabi bunun yarattığı boşluğu ikimizi de güzelce kullanarak doldurmaya çalışıyor.
hafta sonu bana "baba bu hafta bana yeni oyuncak almadın,kızdım sana" dedi.
bende ona evde onlarca oyuncak olduğunu onlarla oynayabileceğini söyledim
bana baktı baktı sustu yutkundu sanki karşımda kocaman bir adam var ve ona zor gelen birşeyi söyleyip söylememek arasında gidip geliyor.
anaaa dedim sağlam bir laf geliyor...
sana bir şey söyleyeceğim baba dedi
ben evini ve seni bana hep yeni şeyler aldığın ve kendimi burada rahat hissettiğim için seni çok seviyorum...
buyur burdan yak
len oğlum böyle sevgi mi olurundan tutun da annen sana yeni şeyler almazsa onu damı sevmeyeceksine kadar
bir sürü zavallı laflar ettim ona.
sustu dinledi ama en sonunda
eee baba sana açıkça söyledim ben seni böyle seviyorum niye sorup duruyorsun dedi.
neye şok olacağımı şaşırdım. dediklerine mi bende yarattığı etkilere mi?
konuyu kapadık akşam onu annesinin evine bıraktım, eve döndüm ve düşünmeye başladım
oğlum beni kendi gözünde nasıl gördüğünü, beni neden sevdiğini açıça ortaya koymuştu
ben ise kırılan egomun peşinde koşuyordum.
iki şansım var;
ilki oğlumun beni böyle görmesinden alınıp ona beni nasıl görmesini istediğimi anlatıp üzerinde baskı kurmak
yada kendisi beni başka bir kalıba sokup "seni artık böyle görüyorum" diyene kadar onun "eğlencesi" olmak.
benimle eğleniyorsa ya eğlencesini bitireceğim yada bende onunla onun benimle eğlendiği gibi eğleneceğim.
sanırım ikincisini yapacağım.
beni hangi gözle gördüğünü dilinden çıkarıp benimle paylaşmaktan korkmayan oğlumla gurur duyuyorum.
eğlencesini üzmek pahasına doğru bildiğini söyledi.
bizim gibi lafı dolaştırıp binbir kalıba sokmadı.
teşekkürler oğlum...

Fantastik Dörtlü...

ait olmak...
bir şeye
bir yere
bir renge
bir anıya
bir kişiye
veya birkaçına ya da hepsine
neden sanki birşeylere ait olma mecburiyetimiz var olduğunu düşünüyoruz?
çünkü ait olmanın aslında düşünsel değil hissel olduğunu kavrayamıyoruz.
neden?
çok basit
çünkü hissel yaşamak bizi korkutuyor.
yaralanmaktan
kırılmaktan
üzülmekten
sevgisiz kalmaktan
kısacası bir çok şeyden korkuyoruz.
bundan dolayı da kendimizi birşeylere aitmişiz gibi düşünüyoruz.
aslında bu dünyada bir çok şeyi düşünsel yapmıyor muyuz?
sorun da burada değil mi zaten?
sevgimiz bile düşünsel, hissel değil
karşımızdakinin önce yüzüne sonra tavırlarına sonrasında ise düşüncelerine bakıyoruz
eğer aklımızdaki listeye uygunsa "seviyoruz".
çok uygunsa "aşık oluyoruz"
peki sonra?
birşeyler oluyor ve ayrılıyoruz.
ne diyoruz?
sevgi bitti...
bak bak lafa bak
ne bitmiş?
elle tutamadığın, gizle göremediğin
sadece içinde biryerlerde olduğunu "düşündüğün"
ama nerede acaba diye düşümediğin zaman tam olarak hissettiğin şey bitebilir mi?
aidiyetin sevgiyle ne alakası var yahu mu diyorsun?
cevabı basit
aidiyeti aradığın yer yanlış
aidiyet altında korku barındırır dedik mi dedik
neden altında korku olan birşeylere ait olma çabamız?
neden korkuyoruz?
bizi kim korkuttu?
yoksa biz böyle mi yaratıldık?
"O" bizi kendi suretinden yarattı ise demek korku O'nda da var.
peki siz hiç acaba "O" korkularıyla yüzleşiyor mu diye düşündünüz mü?
belki "O" bile yapıyordur bunu.
peki "O" deyince aklınıza gelen ilk kelime ne?
benim aklım "O" deyince ilk "sevgi" geliyor.
eğer "O" sevgi ise heryeri, herşeyi sevgi demektir.
herşey olan sevginin içinde korku var mı?
eh yukarıda suretinden yarattıysa diye düşününce O'nda da var demedik mi?
dedik.
o zaman burada doğru olmayan bir şey var,
"O" herşeyi ile sevgi ise ve o sevginin içinde, küçücük bir yerinde korku varsa
demek ki biz ya "O" nu anlamamışız ya da kendimizi
çünkü biz sevginin içindeki küçücük korkuların değil
kocaman korkuların içinde küçücük sevgicikleri yaşayan varlıklarız.
ya "O" yanlış ya da biz.
korktukça ait olmuşuz,
sevgiliye
memlekete
takıma
yemeğe
içkiye
ota,boka
kısacası korkularımızla bizi yüzleştirmeyecek herşeye ait olmuşuz.
ama bir noktayı unutmuşuz
haklı olan "O"
çünkü "O" sevginin içinde korkuyu yaşarken, biz korkunun içinde sevgimsi birşeyler yaşıyoruz.
peki neye ait olacağız o zaman?
"O" na mı?
sevgiye mi?
neye?
sizi bilmem ama ben kendime ait olmak istiyorum
istiyoruz diyorum çünkü başarabilmek için ne kadar süre çalışmam gerektiğini bilmiyorum
işte bu yüzden "istiyorum"
korkularım bitti mi?
hayır tabi ki
neden?
çünkü henüz aidiyetlerim bitmedi.
bir çok aidiyetimle olan kopmaz gibi görünen, o beni sarmaşık gibi saran başı kopardım.
mesela ben artık kendimi türk gibi görmüyorum
dünyanın belirli bir yerinde doğmam gerekiyordu burada doğdum
peki bu beni ölene kadar buralı mı yapar?
hayır.
bize din diye yutturulmaya çalışılan ama asıl adının bence din değil de "korkular silsilesi" olması gereken şeye karşı da aidiyetim neredeyse kalmadı.
oğlumun sulu boyasını karşıma koyup renklere bakıyorum
eskiden kırmızıya idi aidiyetim
ama şimdi bakınca kırmızı ne kadar güzelse diğerleri de aynen o kadar güzel geliyor.
galatasaray aidiyetime ne oldu peki?
maç izlemek, o maçı kazanmak, feneri yenmek hala çok güzel,
amaa tek farkla
kaybedince kazanana bakıp onların eğlencesine ortak oluyorum fenerliler hariç tabi ki :)
bir okulda okuduktan sonra yıllar boyu belki ölene dek kendimi o okulun bir parçası gibi görmek
yani o okula ait olmak
ıyggy ne gereksiz...
bunun gibi onlarca şey daha sayabilirim
aidiyetin pençesinden kurtulma düşünsel derslerim bölüm biri yaparken dikkatimi çeken bir kelime oldu
kafamın içinde amaçsızca dolaşan, oradan oraya kayıp giden
sanki sert lodoslu bir havada yemeğini yuvasına taşımaya çalışan bir karıncanın savrulması gibi
kafamın içinde savrulup duran.
ilk başlarda o kelimeyi bir yerlere oturtmaya çalıştım, oturmadı
inat ettim, olmadı
nuh dedi peygamber demedi.
ama bende inadım inat götüm iki kanat illa o kelimeyi bir yerlere oturtacağım ya,
bir gün geldi durdum ve "aaaa ne salaksın" dedim kendime
neden?
çünkü o aklımda bir sağa bir sola uçuşup duran kelimeyi bir yerlere oturtma isteğimin aslında
o kelimeyi bir yerlere ait etme çabam olduğunu anladım
durdum,
gülümsedim
aptallığıma
şapşallığıma
çocukluğuma
gülümsedim
gülümsemek gülmek demek değildir
gülmek içinde mutluluk barındırırken
gülümsemek içinde yılları barındırır.
aldığınız dersin yıllar sonra dışavurumu gülümsetir insanı
dersini yıllar önce almışsındır ama tecrübesini yaşamamışındır
aldığın ders boşlukta dolanır durur taa ki tecrübesini yaşayana kadar.
ve tecrübeyi yaşadığın an "gülümsersin"
belki için burkularak
belki için acıyarak
belki yüzündeki ifade gülümseme ile pozitif görünür ama için negatiftir
belki belki belki
dediğim gibi gülümsemenin içeriği çok zengindir.
gülümsedim çünkü aldığım dersi anlamanın yani tecrübe etmenin zamanı gelmişti.
o kelimeyi bir yere oturtmak zaten var olan ve yürüyen çarkı devam ettirmek demekti.
o kelime : empati...
kimine göre kendini başkasının yerine koyma
bana göre ise başkasının hissettiğini hissedebilme çabasının gavurcası,
empati başladığında ilk yaşadığım karşımdakinin korkuları oldu.
sonra anladım ki karşımdaki ile sadece korkularımız farklı
bana basit gelen bir korku karşımdaki için aşılamaz bir duvar gibi görünüyor.
o anda dedim ki "bu korkuları ben yaşamıştım, şimdi ise o yaşıyor, onu küçük görebilirim ya da onunla korkusuna ortak olup, korkmamanın bir alternatif olduğunu gösterebilirim
eh kantarın topuzunu kaçırmıyor değilim, kaçıyor arada bir.
kaçarsa kaçsın önemli olan topuz kaçsa da alternatifi gösterebilmek
aidiyet
korku
sevgi
empati
ilginç bir bileşim değil mi?
ya dışındasındır çemberin ya da içinde
bu senin kararın
aidiyet+korku mu yoksa sevgi+empati mi?...