12 Aralık 2011 Pazartesi

50 Kuruş???...

şeker, un, vişneli sos, glikoz şurubu, vişne konsantresi, kıvam arttırıcı, asit düzenleyici,
potasyum sorbat, karmin, bitkisel yağ, nem tutucu, kakao tozu, pastorize yumurta,
tuz, emülgatör, mono ve digliseritler, poligisarol, soya, lesitin,sodyum bikarbonat,
sodyum asit, pirofosfat, aroma, ksantan zamk, fındık, ceviz, antep fıstığı, badem, süt...

yukarıda birbirinden farklı tam 30 çeşit ürün ismi yazdım.
bunların tümü bir araya gelip karıştırıldığında
piyasadaki satış fiyatı 50 kuruş olan bir ürün ortaya çıkıyor.
üşenmedim araştırdım ve gördümki burada garip bir durum var,
zira yukarıya yazdığım birbirindn farklı 30 çeşit ürünün her biri
kendi başına kocaman bir sektör.
yani örneğin emülgatörün tüm dünyadaki yıllık tüketimi milyar dolarlar ile telafuz ediliyor
ki bu yukarıda adı geçen her bir ürün için neredeyse aynı.
yani ismi geçen her ürün kendi başına dev bir sektör,
her birinin arkasında dev firmalar, onbinlerce çalışan var.
30 tane farklı ürünü yan yana getirip buna bir de ambalajı eklediğinizde
ortaya 50 kuruşluk bir ürün çıkıyor ki beni şaşırtan nokta bu.
ya yediğimiz çikolata değil
ya da eğer yediğimiz çikolata ise ürünün karşılığı 50 kuruş olamaz.
lütfen hemen ilk akla gelen düşünce olan teknolojik makinalar maliyeti düşürür
düşüncesinden sıyrılalım çünkü bence yediklerimiz çikolata değil.
bakın bir gün paris'te dolaşırken 100 küsur yıl önce kurulmuş çikolatacı bir aile şirketi buldum.
içeri daldım ve ürünlere bakmaya başladım. ilk dikkatimi çeken şey ürünlerin satış fiyatları oldu
zira normalde dışarıdan alındığında atıyorum 1 lira olan şey orada 5-6 lira civarındaydı.
dayanamadım sordum adama bu kadar fark neden diye,
yüzüme baktı ve kakaonun kilosu kaç para biliyormusun dedi...
yediğim neredeyse her ürünün içeriğini okurum,
siz de okuyun göreceksiniz ki her yediğimiz ürünün içinde onlarca farklı ürün var.
ya yediklerimiz satılan ürün değil
ya da biz geçirilmeye çok alışmışız...

1 Aralık 2011 Perşembe

Sigara...

sigara içen biri olarak kalkıp sigarayı savunacak değilim
ancak bu konuda uzun süredir aklımı karıştıran şeyler yok değil.
ikinci dünya savaşı bugünden yaklaşık 70 yıl önce oldu.
bu savaşın sonunda amerika japonya'ya "atom bombası" attı
yani 70 yıl önce atom bombası gibi bir şeyi yapabilecek teknoloji vardı.
ilgisi olan merak eden araştırsın görecek ki yine ikinci dünya savaşı yıllarında
nazilerin uçan daire yapma çlışmaları vardı.
bugün internete girip o bilgileri, iç yazışmaları hatta çizimleri bile görebilirsiniz.
epey bir süre kafa patlattığımdan ötürü bu konuda bilgim var diyebilirim.
adamlar savaş devam ederken gözlerden uzak bir mağarada bir kaç yıl süren
araştırmalar yapmış ve bunları döküman haline getirmişler,
savaş bitip almanlar kaybedince bu çizimler ve çalışmalar amerikanın eline geçmiş.
diyeceğim şu ki 70 yıl önce atom bombası yapmak gibi
uçan daire prototipleri yapmak gibi bilgilere sahip olan dünya insanı
bugün teknolojinin artık günlük takip edildiği bir dünyada
sigaranın zararına nasıl çözüm bulamıyor anlayamıyorum.
sigaranın en büyük zararının içine katılan kimyasallar olduğunu biliyoruz.
o kimyasallar vücuda düzenli olarak yıllarca nefes yoluya alınınca
bugün bildiğimiz sigaraya bağlı hastalıklar ve/veya ölümler ortaya çıkıyor.
peki kurulduğu ilk günden bugünlere kadar trilyonlarca dolar kazanan
sigara şirketleri neden sigaranın içindeki kimyasalları
organik zararsız doğal maddelerle değiştirmezler de
dünya insanını sigaranın zararlarından kurtarmazlar?
aslında cevabı çok basit ;
çünkü sigaranın içine kattıkları kimyasalları organikleri ile
değiştirmek için para harcamak zorundalar ki bu da
kazandıkları paranın azalması demek.
şimdi sen yıllar boyunca insanın sigaraya alışması ve yıllar boyunca içmesi
için reklamından tut promosyonuna kadar herşeyi yapacaksın
ama bunu kullanan insanın ölmesi için kıçını kaldırmayacaksın...
ııh burada bir gariplik var, doğru işlemeyen bir yan var.
zira bir paket sigaradaki kazanç satış fiyatının yaklaşık yarısı kadar
yani örnek olarak 10 tl'ye aldığımız bir sigara paketinin
üreticiye olan karı yaklaşık 5 tl,
peki içindeki kimyasalları organikleri ile değiştirince ne kadar?
bugünkü dünya koşullarında yaklaşık 2 tl.
yani paket başına 3 tl daha az kazanıp insan ölümünü engellemek yerine
3 tl fazla kazanıp insanların ölmesini ya da yıllarca azap çekmesini tercih ediyorlar.
içen olarak bizde suç yok mu? tabi ki var. hemde baş suçlu biziz.
ancak "sende nefsine hakim ol, içme kardeşim" savunması yerine
madem bu boku içeceksiniz bari içinde kimyasal olmayanı için
ve zaman içinde sigaradan kurtulma nefsi üzerinde çalışın demek doğru olan değil midir?
tröstlerin daha çok para kazanması için bizlerin ölmesi...
ııh, bir yerlerde yanlış var...

25 Kasım 2011 Cuma

Sil Baştan...

1999 yılından beri hayatıma kattığım felsefenin en önemli kurallarından biri ;
eğer illa ki bir savaşa gireceksen o cenk kendinle olsun ve
kendini karşındakinin diliyle göre...
1999 yılında başladığım kişisel cenkimle dün akşama kadar gelmiştim
ancak dün akşam kendisine çok değer verdiğim bir kişi ile yaptığım sohbet
bana 1999-2011 arasında ilerlediğim yoldaki eksiklerimi ve yanlışlarımı
tabak gibi ortaya koydu, koymakla da kalmadı yeni Selim'e doğru
bir an önce yol almam gerektiğini ve nerede yanlış yaptığımı da çok güzel kafama çakmış oldu.
karşımdakini dinlediğimi sanan ben gördüm ki gerektiği şekilde dinlemiyormuşum,
karşımdakine değer verdiğimi sanan ben gördüm ki "değer" kelimesinin
aklımdaki anlamını değiştirmem gerekiyormuş.
karşımdakilere "eşit" davrandığını sanan ben meğerse henüz eşitliğin ne olduğunu çözememişim.
bunun gibi bir kaç benim için çok önemli noktalar daha var.
mesaj alındı, çalışmalar başladı. bakalım bu yeni "cenk" beni nereye taşıyacak...
değişmem gerektiğini nasıl anladığımı belirtmek istiyorum,
bu işin tek kuralı var o da vücuduna kulak vermek.
şöyle ki herhangi biri hakkımızda yüzümüze bir eleştiri yaptığında
eğer o eleştiri doğru değilse vücudumuz hiçbir tepki vermez
ancak o yapılan eleştiri doğru ise eleştiriyi duyduktan kısa süre sonra
hiddetlenmek yerine önce vücudumuzu dinlersek
diyaframımızın hemen altında karın boşluğu ile midemiz arasında
bir sıkışma, bir nevi baskı veya karnımızda karıncalanma hissederiz.
elimizi belirttiğim bölgenin üstüne bastırdığımızda ise
sanki elimizin altında damar gibi atıp duran top şeklinde bir yuvarlak hissederiz.
bu topun büyüklüğü yapılan eleştirinin doğruluğu ile doğru orantılıdır.
yani yapılan eleştiri ne kadar gerçek ise elimizin altında
bum bum diye atan top o kadar büyük demektir.
dün akşam eleştiriler arka arkaya geldiğinde
ilk yaptığım şey vücudumu dinlemek yerine
karşı atağa geçerek o eleştirilerin yanlış olduğunu ispatlamak oldu.
bağırdım, çağırdım, karşımdakini suçladım amaaa
bir an geldi ve konuşmanın ortasında susmayı tercih ettim
zira vücudumu dinlemediğimi fark ettim
ve hemen elimi yazdığım bölgeye bastırarak kızgınlık topumun
ne kadar büyük olduğuna baktım ve gördüm ki top deniz topu kadar.
işte bundan dolayı yeni yolculuğuma başlıyorum.
siz siz olun zaman geçmeden siz de karşıdan gelen eleştirileri dinlediğinizde
asıl gerçeği tüm çıplaklığı ile ortaya koyan vücudunuzu dinlemeye
ve eğer içinizde atan top misketten büyük ise siz de kendi değişiminize başlayın.
bunları görmemi sağladığı için bana bu konuşmayı yapan kişiye
önce özürlerimi sonra da teşekkürlerimi sunuyorum...

21 Kasım 2011 Pazartesi

Öküzden Hallice...

kız arkadaşım var, türk standartlarının dışında.
saçı sarı, boyu uzun, neredeyse 0 beden ve seksapelitesi çok yüksek.
bunlar bir de güzel bir yüzle birleşince bu ülke onun için neredeyse yaşanmaz oluyor.
başına gelenleri anlatıyor bana sıkıla sıkıla, işinde ve özel hayatında.
taksiye biniyorum taksici başlıyor muhabbete diyor.
ilk sorular zararsız geliyor her seferinde ama müteakip sorular tacizin ötesine geçiyor.
işi ile ilgili şirketi dışından aldığı servislerde muhatap olduğu
erkeklerin yüzde doksanı devamlı bir yere davet ediyorlar.
alışverişe gittiğinde tezgahtar bile asılıyor.
yurtdışına çıkarken pasaport kontrolu onun için bir azap zira pasaport polisi
ardı arkası gelmeyen acaip sorular ile ful tacizde.
yazdıklarımı nereden mi biliyorum? cep telefonunu, maillerini devamlı gösteriyor bana.
sokakta taciz, işte taciz, alışverişte taciz kısacası hayatınn her anı taciz üzerine kurulu.
sadece benim kız arkadaşım böyle değil,
bu ülkede birazcık fizikli her kadın aynı dertten muzdarip.
geçen hafta boyunca cebine ve mailine gelenlerde artış olunca
benimki kafayı sıyırma sınırına yaklaştı ve otomatik tüfek gibi
sıralamaya başladı tacizleri benimle konuşurken.
işin komiği ise tacizcilerin arasında tanıdıklarım da var
o anlattıkça ben bir erkek olarak utandım.
verdiği her örnekte yüzüne biraz daha az bakar oldum
taa ki artık hiç yüzüne bakamayana kadar. bir erkek olarak başka erkekler
yüzünden kendimi hiç bu kadar aşağılanmış hissetmemiştim.
sonuçta bende bir erkeğim ama harbiden öküzden halliceyim.
ama ne yazık ki çoğumuz "öküz"...
empati yapmadığımız için bu ülkede fiziği averajın biraz üzerinde olan
kadınların nasıl bir cenderede yaşamak zorunda olduğunu görmüyoruz.
mecbur mu kardeşim bu kadınlar yolda yürürken önüne/yere bakmaya?
mecbur mu bu kadınlar gittikleri her yerde, bindikleri her taşıtta tacize uğramaya?
mecbur mu bu kadınlar "meta" olarak görülmeye?
bizler erkek olarak ne zaman aşabileceğiz bu basitliği?
ne zaman anlayacağız kadına tacizin bize bir şey getirmeyeceğini?
ne zaman kavrayacağız aslında birçok şeyin bizim tacizkar ataklarımızla değil de
kadın ne zaman isterse olacağını?
ülke erkeklerinin genelinde "türk erkeği" diye bir olgu var.
kim çıkarmış bu yalanı bilmiyorum ama işin gerçeği bize göre olan türk erkeği imajı ile
hem bu ülke hem de diğer ülke kadınlarına göre türk erkeği imajı çok başka.
türk erkeği nazikmiş, kibarmış, temizmiş, çok iyi seks yaparmış.
bunları yazan yada böyle düşünenlere tavsiyem
avrupa birliği aday ve/veya aday adayı ülkeler hakkında yapılan
araştırma raporlarını zaman ayırıp okumaları. ben okudum
zaten okuduktan sonra dank etti kafama bir çok şeyin değişmesi gerektiği.
kadın meta değildir, obje hiç değildir. kadın erkeğin istediğini yapmak zorunda da değildir.
kadın ve erkek belirli bir seviyede kalarak istek ve niyetlerini ortaya koyar
gerisi olursa olur. olay bu kadar basittir.
erkeklerimizden rica ediyorum lütfen sizde bu konuda en azından benim gibi öküzden hallice olun.
okuyun hakkımızda dünyada anlatılanları.
sorun sağınızdaki solunuzdaki kadınlara nasıl zorluklar yaşadıklarını.
ve bir an önce sıyrılın kanımıza işleyen bu ilkellikten.
işe nereden başlayacağını bilmiyorsan al sana bir kaç küçük öneri ;
1.- sokakta giderken yere tükürme
2.- yine sokakta giderken şeyini karıştırma/kaşıma
3.- ne kadar fakir olursan ol devamlı yıkan ve deodorant kullan
4.- her sabah ve akşam dişlerini fırçala
5.- sabah kalktığında bugün hiçbir kadına öküzlük yapmayacağım de...
çok zor değil öyle değil mi?
biz bugün bunları düzeltebilirsek bizim oğullarımız daha kaliteli yaşayabilir...

2 Kasım 2011 Çarşamba

Kadın...

düşün ki evlisin ve yeni bir ev almışın
karın yani bu yazının baş aktrisi Kadın kafadan dalar dekorasyon olayına.
tüm curcuna içinde erkeğin 2 görevi vardır
1.- kadının seçtiği herşeye bila istisna onay vermek
2.- kadının seçtiği herşeyin parasını ödemek
erek bu iki göevini de yerine getirse iş bitmiyor
zira seçim sürecinde öncelikle işe bulaşmamak için kafasını emme basma tulumba
gibi sallayan erkeğe kısa bir süre sonra kadından şöyle bir uyarı gelir ;
- amann sende be her şeye evet diyorsun
erkek bunu kendi zevkini ortaya koymak için
kadın tarafından kendini cesaretlendirmek olarak algılar
veee sorun başlar zira kadının bunu söylemesindeki tek ama tek bir sebep vardır;
- sen erkek olarak bu işlerden bir bok anlamazsın bari bana köstek olma
!!!!!
şaşıran erkek ilk zamanki suskunluğuna döner ama kadının dırdırı bitmez
senin hiç mi zevkin yok ile başlayan sorular
sonunda nedense hep aynı biter, kadından adama
- sen harbiden öküzsün...
öküzlüğü karısı tarafından tekrar onaylanan erkek neye gık edip nerede susacağını
bilmez bir vaziyette kafası kesik tavuk gibi kadının arkasında savrulurrr durur.
sonra iş ödeme kısmına gelir. ikili işe girişmeden önce bir bütçe yapmışlardır
ama nedense o bütçe tek bir kez bile tutmaz. üç denen 5 olur, 5 denen 10 olur.
erkek seçim sürecinde zılgıtı yediğinden ödeme zamanı oluşan artışlarda
ağzını bile açmaz ki öküzün ötesine geçmesin.
neyse sağ salim bu süreçten geçen çiftin bir sonraki olayı ise filmlere konu olur.
kadın özene bezene yaptığı salona sinek bile sokmaz çoğunlukla
ve nedendir anlamam salonların çoğu kapalı durup misafir gelmesini bekler.
erkek "ulan bu kadar para ödedik, salonda şöyylee bir keyif yapayım" yanılgısı
içine girdiğinde içeriden en az 5 desibellik bir ses gelir ;
-gözü kör olmayasıcaaa illa giricen dimi salona, haftaya misafir gelecek...
erkek kafasının bastığı miktarda bir düşünce düğümlenmesi yaşar
zira erkek basit varlık olduğundan olayı şöyle algılar;
-allah allah misafir haftaya gelecek, üstelik evde yatılı çalışan kadın var,
bu da yetmezmiş gibi haftada 2 kere de temizliğe başka bir kadın geliyor,
o zaman ben bir gece salonda keyif yaptıktan sonra 1 haftada toparlanamaz mı bu salon???
soru işaretleri, ünlemler erkeğin kafasında 1 hafta sonraki misafirlere takılıp giderken
o gece gelip çatar ki kadının aslında gerçekte nasıl bir ........ olduğu ortaya çıkar.
o günün sabahı erkek işine gitmek için hazırlanırken kadından ilk uyarı gelir ;
- akşam işten erken dönme çünkü hazırlık yapacağız, sen evde boş boş dolaşınca
etrafı mahvedersin o yüzden eve erken gelme...
erkek bağırsak düğümlenmesi ile beyin ..cıklaması arasında işe giderken
akşam olup işinden çıkınca evine gelir ama ya arabada bekler ya da etraftaki
dükkanlarda vakit öldürmeye çalışır taa ki evden "gelebilirsin" telefonu gelene kadar...
erkek o an kendinin evcil hayvan pozisyonuna sokulduğunu unutarak
karısının heyheylerinin kurbanı olmamak için eve geldiğinde
ilk iş ayakkabılarını paspasta 10 dakika civarında temizler
ama kapıda gulyabani gibi dikilen kadın daha içeri girmeden
ayakkabıları çıkarttırıp evin en karanlık yerine koydurur.
zavallı erkek ne yapacağını şaşırmış halde evde bir odadan diğerine
dolanıp dururken evin efendisi hazırlıkları yaparken bile erkeğini unutmaz
ve tasmasını sıkmaya devam eder. attığı her adımda, aldığı her nefeste
dırdır edecek birşeyler bulur kadın.
erkek içten içten "artık gelse şu misafirler yahu" derkennnn misafirler gelir.
işte o andan itibaren evin erkeğinin sıfatı o akşamlık "Alfredo" olur
yani evin uşağı. gelenlerin paltoları erkek tarafından daha önce belirlenen yerlere konur,
içecek servisini uşak konumundaki erkek yapar. yaparken bir kaç damla birşey dökerse
içerideki misafirlerin hatrına dırdır etmeyen kadının bu sefer ;
-seni pinçik pinçik parçalarım... tarzındaki bakışları devreye girer.
erkek o bakışları gördüğü anda altına sıçmaya çok yaklaştığı için ondan sonra tek damla dökmez.
aperitif olayı bitip yemeğe geçince ise erkek acaba burası benim evim mi diye düşünmeye başlar
zira masaya konulan tabak, çatal-bıçak takımını erkek o ana kadar neredeyse hiç görmemiştir bile.
gece boyunca uşak Alfredo rolünü başarıyla oynayan erkek gecenin sonunda
kadının karşısına geçer ve sınıfı geçip geçmediğine dair bir söz bekler.
bekler kiiiii bombardıman başlar;
yok ona niye böyle dedin de yok ona niye bunu getirmedin de yok şuna niye baktında
lafları ile güzel bir söz bekleyen erkek kös kös uyumak için yatağına doğru yola koyulur.
hani misafir olayı falan diye gaza gelecek karısından belki akşam bir kıyak olur diye
yatakta parmak ucu ile dokunduğu anda iseeee ;
- ayy saçmalama hayatta bu akşam olmazzz... lafı ile karşılaşır.
bir dahaki misafir gecesinin uzun süre sonra olmasını dileyen erkek uykuya dalar.
size kısaca tek bir örnek üzerinden bir kadının erkeğe olan bakış açısını göstermeye çalıştım.
abarttığımı söyleyen de olacaktır, saçmaladığımı da.
ama bunları söyleyenlere bakın hepsi kadındır :)
hayatın içinden bunun gibi onlarca örnek verebilirim.
hadi kısacasından bir başka örnek daha vereyim. erkek akşam eve biraz erken gelir,
kadın iş yemeğinde falan diye düşünelim ve akşam tv'de harika bir maç olsun.
bir erkek için maçı en güzel seyretme şekli içinde onlarca malzemenin birbirine
karıştığı muhteşem bir sandviç ve yanında soğuk bir bira ve/veya koladır.
erkek kadının evde olmamasından faydalanarak mutfağa girer
ve erkek işi sandviçini hazırlamaya başlar.
dediğim gibi "ekmek arasına doldur buzdolabındaki herşeyi" sandviçini hazırlayıp
soğuk birasını ve birazda çerezini yanına alan erkek tv'nin karşısına geçer,
maç başlar sandviçten tam bir kaç ısırık alınmıştır kiii
kadın eve gelir. gelir gelmez erkeği maç izlerken gören her kadın
elinden çantasını bile bırakmadan mutfağı kontrol eder.
tabi ki erkeğin etrafı batırdığını gören kadın soluğu tv'nin yanında alır
ve erkeğin hayalini kurduğu anların içine sıçma sürecine başlar.
ben sana yüz kere demedim mi ile başlayan yüksek desibelli şikayetler
erkek maçı izlemeye kosantre olsa dahi durmadan devam eder makineli tüfek gibi.
erkek umursamayıp maçı izledikçe çıldıran kadın şikayetleri mutfaktan
genel ilişkilerine getirir, hayatlarındaki tekdüzeliğe geçer
oradan da bu ilişki yürümeyecek galibaya geldiğinde erkek artık maç
zevkinin bittiğini anlar. zaten sandviçin yarısını dırdır başladığında kenara bırakan erkek
son şikayet sonrasında maç izlemeyi de bırakır.
işte bir taraf için keyifli bir gecenin diğer taraf için nasıl kabus olduğunun göstergesi.
dediğim gibi bunun gibi onlarca örnek verebilirim.
kadın hakimiyetinin mutlak olduğu ilişkilerde kadının neden
- bize eşit davranılmıyor... dediğini bir türlü anlayamam,
hiçbir erkeğin anladığını da sanmıyorum...

26 Ekim 2011 Çarşamba

Erkek...

ilk tanışmayı müteakip görüşme kararı verdikten
belirli bir süre daha devam eder karşısındakine kendini farklı tanıtma.
ikili ilişkiden bahsediyorum, genelde başlangıçları komiktir
zira ne erkek ne kadın nedense ilk birkaç buluşmada
karşısındakini etkileme oyunu oynar.
o ilk bir kaç buluşmayı uzaktan biri kameraya kaydetse
biz de sonra izlesek gülecek o kadar şey görürüz ki...
erkek hanzoluğunu göstermemek için şekilden şekile girerken
kadın aslında ne kadar zor ulaşılabilir olduğunu göstermek için 12 dakikada 3 kelime eder.
erkek erkekliğin getirdiği hayvandan bir adım ötesi özelliklerini
kadının önünde sergilemezse kadının onun hakkında "yontulmuş bu ayol"
diyeceğini hayal eder ama diyorum ya erkek olarak bizler hayvandan halliceyiz.
her ne kadar da erkekler bunu kabul etmek istemese de öyleyiz
zaten yazının/ilişkinin ilerleyen bölümlerinde bunu göstereceğim :)
uzun lafın kısası erkek denyoluklarını kadın ise defolarını
aralarındaki şey "ilişki" seviyesine geçmeden dışa vurmazlar.
ilişki seviyesine geçilince ise önce erkek tarafından zırt demeye başlar zurna.
örneğin o ana kadar partneri karşısında hayvansal durumlar göstermeyen erkek
açılmaya ve gerçek yüzünü göstermeye başlar.
örnek mi? o ana kadar elleri baş hizasına bir kez bile kalkmayan erkek
ilişki seviyesine yükseldikten sonra bir bakmışın
sokmuş parmağı kulağına, boğazından ölüyormuş gibi
hırıltılar çıkararak kulağını kaşıyor. kaşıma bitince de
parmağı kulaktan çıkarıp acaba içeriden neler çıktı havasıyla parmak ucuna bakıyor.
bu çoğunlukla maymun ve köpekgillerin yaptığı bir harekettir. tabi onlar çıkana pek bakmaz.
veya erkek ilişki ilerledikçe bir bakmışın hafif hafif osurma turlarına başlamış.
osurma erkek için önemli bir doğal harekettir. erkek osuruğuna önem verir.
çevrenizde aaa hayatta yapmam diyenler bilin ki ilk yapanlardır.
neyse tv izleniyor kadın dalmış programa bir anda erkek hafifçe kıçını bir yana
döndürerek sesi ve şiddetini önceden ayarladığı en light osuruğunu birakırrr
ve aynı anda kadına bakarak "çok özür dilerim güzelim, kaçıverdi" der.
kadın gülümser sanki pek önemi yokmuş gibi amaaa
olayın gerçeğini yani erkek-osuruk ikilemini bildiği için içten içten
alllaaahhh başladı denyoluklar çıkmaya diye düşünür.
kadın bunu nereden mi bilir? çok kolay, tabi ki kendi babasından...
bu osuruk olayı araya birkaç ara verilerek bir sonraki biraz daha şiddetli olmak
kaydı ile artarak devam eder taa ki erkek kadının buna alıştığını görene kadar.
erkek her osurduğunda rahatsızlığı bir birim daha aşağı düşer çünkü kadın artık alışmıştır.
ilişkinin ilk evresinde evi derli toplu olan erkek seviyeler ilerledikçe
donunu salonda bırakmaya başlamaktan tutun da tuvalet kapağına işemeye kadar herşeyi ortaya döker.
dedim ya erkek hayvanın hallicesi diye. kadın erkeğin illa tuvalet kapağını
kaldırıp işemesini isterken erkek her seferinde "ayyy canım valla unuttum yaaa" der.
halbuki erkek o sırada yahu kapak kalkık yada yatık, bunu niye sorun yapıyor acaba
diye kadını anlamaya çalışır. dikkattt çalışır diyorum zira çalışma 10 saniye falan sürer
sonrasında erkek yine kendi hayvanat bahçesine döner.
ilişki bir süre sonra birinin osurup tıksırdığı diğerinin ise devamlı şikayet ettiği
bir birlikteliğe döner. peki sonuç? mutsuzluk, ayrılık...
erkek kardeşim sen sen ol neysen öyle ol.
Allah'ın önce neden seni yarattığını düşün.
aslında önce seni yaratmadı.
Allah önce dünyadaki denizleri sonra karaları ve yeşili yani ağaç bayır
daha sonra hayvan ve sonrasında erkeği yarattı işin sonuna da kadını koydu.
hiç düşündün mü neden bu sıra ile yaradılmışız diye?
çok basit zira bana göre erkek, insan öncesi hayvan ile duygusal yönden
zirve yapmış varlık olan kadın arasında bir numune üretimi.
o yüzden erkek kardeşim lafım sana ;
osur
hapşır
tıksır
göbeğini kaşı
hayalarını ovala
tuvaletin kapağını kaldırma
diş macunu tüpünü bir başından bir kıçından sık
yani kısacası ne istersen onu yap
ama işin başında yap. kadının gözünü boyamak için boş yere götünü yırtma
zira sen ne hal edersen et kadın zaten kadınlığını gösterip
sana hayatı dar edecektir. sen kendini nasıl pazarlarsan pazarla yine kadına yenileceksin
çünkü kadın senin bir sonraki versiyonun, anladın mı?
neysen o ol kardeşim, kasma, kastırma...
hayvandan hallice ol ilk günden
erkek ol...
not : merak etme kardeşim, bizden bir sürüm sonraki varlığın yani kadının ne acaip bir şey olduğunu da günü gelince yazacağım...
not 2 : yaşadığım ilişkide ilk günden beri neysem oyum. buna fırsat veren ve kabullenen kız arkadaşıma kocaman teşekkürler...

20 Ekim 2011 Perşembe

Dikkat...

eğer kalabalık bir ofiste çalışıyorsanız
veya kalabalık çalışanı olan bir ofis yönetiyorsanız bu yazıyı dikkatli okuyun
zira eğer çalışan iseniz size bir rehber
eğer çalıştıran iseniz size doğru ekiple çalışma
konusunda çok fikir vereceğinden eminim.
5 kişiden fazla kişinin birlikte oturduğu geniş bir salonda çalışıyor
ve/veya böyle bir yer çalıştırıyor iseniz kimin gerçekten çalıştığını
kimin gerçekten dalga geçtiğini bir bakışta anlayabilirsiniz.
bunu anlamak için o kişileri kişisel olarak tanımanıza gerek bile yok
zira bizlerin yani tüm insanların ortak kullandığı bazı mimiklerimiz vardır.
eğer bu mimikleri takip ederseniz
kimin ne yaptığını çok rahat anlarsınız.
başlayalım ;
diyelim ki çalıştıransınız ve koca salonda 5'ten fazla kişi oturuyor.
buradaki 5 rakamı önemli zira nedendir henüz çözemedim ama
insanoğlu 5 ve 5'ten fazla kişi aynı ortama girdiğinde benzer mimikler sergiliyor
5 ve 5'ten aşağı olunca ise bağımsız mimikler sergiliyor
diyelimki 5'ten fazla çalışan oturuyor salonda
hepsinin tek tek yüzüne bakın,
eğer bir eli mouse üstünde aynı anda diğer eli yanağında olan varsa bilinki çalışmıyordur
çünkü elin yanakta durması insanın genel olarak en çok kullandığı
yüz tepkisi gizleme hareketidir.
eğer kaşları devamlı çatık duruyorsa bilinki çalışıyor "gibi" gösteriyordur
çünkü yapılan araştırmalar ve yaklaşık 20 yıllık gözlemlerim göstermiştir ki
bir insan en kızgın veya meşgul olduğu anda bile
kaşlarını maksimum 30 saniye civarında çatılı tutabiliyor
fazlasına vücut otomatiktan izin vermiyor ve insan istese bile
vücut kaşları zorla da olsa başka bir şekle sokuyor.
eğer insan tam konsantre olursa o zaman 4-5 dakika arasında kaşlarını çatık tutabiliyor.
demek ki kaşları 4-5 dakika arası çatık duranlar dışarıya çalışmadıklarını
göstermemeye konsantre olduklarından bunu becerebiliyorlardır.
eğer bir insan ağzı açık 1 dakikadan fazla önündeki bilgisayara bakıyorsa ııh o da çalışmıyordur.
çünkü biyolojik olarak insan ağzı 2.5 dakikadan fazla açık kalamaz,yaradılışına aykırı
zira insan vücudu kendi içinde yarattığı otomatik bir ritm ile
belirli sürelerde ağzını kapatıp burnundan nefes almak zorundadır.
inanmayan kendinde denesin görecek.
eğer bir insan bilgisayar ekranı arkasında çalışırken
gözleri tek noktaya odaklanmışsa o da çalışmıyordur.
çünkü yine biyolojik olarak gözler tek noktaya en fazla 1 dakika civarında hareket etmeden bakabilir.
aynanın karşısına geçin kendinizde deneyin bunu da göreceksiniz.
bunun gibi örnekleri arttırabilirim ancak bunu uzatmadan ana fikre gelelim;
tabi ki yazdıklarımı eğer çalışan iseniz yapmaktan kaçının
yada çalıştıran iseniz takip edin
ancak burada önemli olan nokta bence insanı tanımak için ayırdığımız dikkat süreci
eğer dikkatimizi insanı mimik ve hareketlerine yoğunlaştırırsak
o kişideki bir çok şeyi kolaylıkla çözebiliriz.
burada önemli olan istemektir. eğer isterseniz insanları izlemeye başlayın
göreceksiniz ki ortak mimik, hal ve hareketleri keşfedeceksiniz...

5 Ekim 2011 Çarşamba

Harcıyoruz boşa...

kendini bildi bileli hep iyilik yaptı adam,
hiç sormadı ihtiyacı olana sen kimsin diye.
ona gelen ve yardım isteyen herkese tanımıyor olmasına rağmen
ölümüne dek yardım etti.
çevresi ona "hayırsever" lakabı takmıştı ama günü geldi o da öldü.
ölümden sonra yolculuğu başladı,
önce bir mekana aldılar onu ve beklettiler ortama alışsın diye
ve sonra da huzura çıkardılar.
çıktığı huzurda o, kendinden sorumlu meleği ve
sorgulamayı yapacak diğer melekler vardı ve sorular sorulmaya başlandı,
önce kolay soru soruldu;
- hayatın boyunca ne yaptın?
cevapladı sakince ;
- ben bıkmadan usanmadan insanlara yardım ettim, iyilik yaptım
zaten sanırım önünüzdeki dosyada bunlar yazıyordur.
meleklerden biri sordu ona ;
- peki yazman gereken bir kitap vardı, onu neden yazmadın?
bizimki şaşırdı ;
- aman efendim ne kitabı ne yazması? ben hiç anlamam ki o işlerden.
lafı diğer melek aldı ve sordu ;
- peki o halde çocuklar için bestelemen gereken şarkıya ne oldu?
bizimki yine şaşırdı ve kekeledi ;
- efendim hayatım boyunca toplasanız 5 kere şarkı söylemişimdir o da duşta,
ben ne anlarım müzikten, besteden!!!
başka bir melek konuştu ;
- ya sokak çocukları için kurman gereken vakıf ve alman gereken ödüle ne oldu?
bizimki tam yine aman efendim diyecekken durur, derin bir nefes alır ve ;
- anladım... der ve devam eder ;
sanırım benim tekrar geri gönderilmem lazım...
harcıyoruz bilmeden kendimizi,
çünkü bilmiyoruz tanımıyoruz kendimizi.
yok yok ben onu yapamam diyoruz ve kabulleniyoruz yapamayacağımızı
bir kağıt alın ve sol tarafına yapamadıklarınızı sağına ise yapabildiklerinizi yazın
sağ taraf solun yarısına bile yetişmez
zira böyle yetiştirildik hepimiz. kendi potansiyelimizi tanıma fırsatı verilmeden.
hep idefix gibi yapışmış kafamıza "ben bunu yapamam"...
ortaokul ve lise yıllarımda bir kez olsun matematik dersinden ikmalsiz geçemedim ben.
her yıl matematik dedinmi ikmale kalır,
yaz boyunca sıkıntı içinde ben ne bok yicem diye endişelenirdim.
neden mi her yıl ikmale kalıyordum?
sebebi basit> küçükken bir gün biri bana senin matematik kafan yok dedi.
bende bunu aldım ve ona göre yaşamaya başladım.
taa ki 30 yaşıma kadar.
otuzuma geldiğimde ise üzerinde çalıştığım bir konuyu çözmeye çalışırken
sayfalara bakınca kelimeler arasında bir matematik örüntüsü gördüm.
aklımdakini çözmeye çalıştığım konuya uyguladım. peki sonuç?
mükemmel çözüm. dedim ulan bunu gerçekten ben mi yaptım?
matematik örüntüsünü kafama kazıdıktan sonra anlamadığım konulara uygulamaya başladım.
peki sonuç? mükemmel. örüntü her konuya göre ufak tefek değişikliklerle
bir çok konuyu çözüyor ama 30 yıl "bende matematik kafası yok" diye yaşadık ya
bir türlü inanasım gelmiyor bulduğum şeye. o yüzden buldum bir prof ve ona gösterdim
küçük bir hata dışında harika bir şey dedi.
eee ne oldu matematikten anlamayan bana?
benim neyi bulduğum hiç önemli değil,
önemli olan bize negatif söylenen bir şeyi hayatımız boyunca sorgulamadan kabullenmiş olmamız.
örüntüyü gördükten sonra ilk işim yazı yazmak oldu
çünkü lisedeki edebiyat hocam daha ilk dersin sonunda bana ;
- sen boşuna yırtma kendini edebiyat için, senden şair, yazar yada edebiyatçı çıkmaz... demişti.
otuzundan sonra başladım yazmaya hem de ne yazmak
1 deneme romanı
1 hikaye kitabı
yüzlerce buradaki gibi küçük hikayecikler
ve yarısı biten yeni bir roman
haaa 8 yıl futbol yazarlığı da cabası.
eee ne oldu benden edebiyatçı çıkmaz lafına?
önemli olan başkalarının değil bizim kendimizi tanımamızdır.
yapmak isteyipte yapamayacağımız ne olabilir?
tek bir cevap : hiçbirşey...
lütfen kendinizdeki potansiyeli araştırın,
deneyin kendinizi "bunu yapamam" dediğiniz şeylerde.
göreceksiniz ki bir çoğunu becerebileceksiniz.
iyi yaptıklarımıza yapışıp aynı döngüde dönmek yerine
sonunda ne olacağını bilmediklerimizle kendimize yeni pencereler açabiliriz...

3 Ekim 2011 Pazartesi

Diziler...

yerli dizi seyretmem,
seyredene laf etmem
ama ben seyretmem.
kimisi 10 yılı geçmiş kimi daha az ama uzun yıllardır
takip ettiğim toplasan 10-12 amerikan dizisi var.
belki şimdi yazacağım ütopya gibi gelecek ama
test ettikten uzun uzadıya buraya yazacağıma emin olduktan sonra yazıyorum,
eğer amerikan dizilerini uzun süreli takip ederseniz
ileriki yıllarda nelerin trend olacağını yakalayabilirsiniz.
burada bahsettiğim "trend" modasal trendler değil
dünya ve özellikle insanın ileriki yıllardaki yaşamı ve tarzı ile ilgili trendlerdir bunlar.
amerika yaklaık 10 yıllık dilimler halinde yayınladığı dizilerde
önündeki 10 yada 20 yılda kendi ülkesinde görmek istediği insan profiini
bu diziler sayesinde alttan alttan bilinç altına yerleştirir.
son 10 yıldaki dizileri takip ettiğinizde göreceksiniz ki
önümüzdeki 10-20 yılda hepimiz çok farklı insanlar olacağız.
örneğin yaklaşık 6-7 yıldır uzun soluklu amerikan dizilerinde
ortaya pompalanan karakter tiplemesi şöyle ;
tekil, özgüveni fazlası ile yüksek, el becerisi çok fazla,
mantığıyla sorunları önüne koyup alternatifler yaratarak
geleceğini kendi şekillendiren kişiler...
amerikanın önümüzdeki 20 yıl için belirlediği insan tipi bu.
amerika bu tiplemeleri yaratıyor zira önce bu tiplemelere uygun
tüketim alanlarını belirliyor. ona hazırlık yapıyor. eksiklerini gideriyor
ve sonunda "yeni dünya insanı budur" oluyor.
1990'larda pompaladıkları ailesel içe dönüş projesi çok başarılı oldu.
ama başarılı olması için amerika ülkesinde tarihte görülmemiş
bir kriz bile yarattı. savaşlardan geri kalmadı.
ama şimdilerde tekillik pompalanıyor. ve buna uygun tüketim mecraları neredeyse oluştu bile.
örneğin sosyal paylaşım siteleri artık bugünün vazgeçilmezi oldu.
tekil olabilmek için önce insanın kendi muhasabesini yapması gerekir ki
bu geçen 10 yılda yok yoga yok spritualizm yok şu yok bu ile altımıza döşendi.
cep telefonlarımız 3g'sinden tut facebook meysbuk tek tuşla ulaşım sağlandı.
şimdilerde ise dizilerde yaratılan karakterlerin dünya üzerine yayılabilmesi için
filmleri de harekete geçirdiler. bakın son zamanlarda amerikan sineması
fantastik, fütüristik filmlerle dolu.
hepimizin bildiği bir şehir efsanesi vardır ;
amerikan hükümetleri kendilerine bağladıkları çok ünlü amerikan yönetmenlerine
hükümet içinde yazılan senaryolara göre filmler ve diziler yaptırır...
bu efsanenin gerçek olduğunu varsayar ve dizileri/filmleri bu gözle izlerseniz
ileride bizlerin nasıl tipler, ne biçim karakterler olacağını görebilirsiniz.
yaklaşık 10 yıl sonra tekilleşmiş ama kendini yanlız hissetmeyen,
mantık çerçevesinde doğru karar verebilen,
zorluklara karşı göğüs gerip onlarla savaşabilen
ve el becerisi çok yüksek tipler olacağız.
ya bunları şimdiden görüp kendinize bugünden yatırıp yapıp o günlere hazırlarsınız
ya da değişimin zorla değiştirdiklerinden olursunuz.
yazdıklarım doğru mu?
10 yıl sonra göreceğiz...

16 Eylül 2011 Cuma

D.D - B.G.

duyma dinle
bakma gör...
üstüne kitap yazılır
ama
bazen
bazı şeylere
dokunmadan
olduğu gibi bırakmalı...

16 Ağustos 2011 Salı

Az Kaldı...

geçen yıl eylül zamanları
nişantaşı kat otoparkı yanındaki parktan geçiyorum.
orada kara fırının almancası mı fransızcası mı ne bir yer var ya,
geçerken oturdum espresso içiyorum, az ilerimde de kestaneci duruyor.
orta yaşlı göbekli kel amca kestaneciye yaklaştı ve 200 gram kestane istedi
kestaneci göt kadar kese kağıdını aldı ve önündeki tepside bulunan
hazır kestaneleri tek tek incelemeye başladı.
kestaneciyi görsen sanki kök hücreci doktor, neredeyse sevişecek tüm kestanelerle.
sonrasında anladım ki kel amcaya şov yapıyor kestaneci
sanki ona özel seçiyormuş gibi kestaneleri.
kestaneleri kesekağıdına yerleştiren kestaneci önündeki "hasssas" teraziye koydu
kel amca ise soluğunu tutmuş teraziyi izliyor,
ülke olarak var ya hani "herkes bizi düdükler" hastalığımız.
işte kel amcada kazık yememek için teraziye fokus, nefes bile almıyor.
kestaneci tam tartmadan kesekağıdı teraziden aldı ve kel amcaya uzattı.
aman efendim sen misin bunu yapan, bizim kel amca bir anda çıldırdı.
başladı makineli tüfek gibi konuşmaya,
yok efendim doğru tartmamış yok efendim erken almış teraziden falan filan.
kestaneci aman abim olur mu öyle şey, bizde kelek olmaz tadında laflar ediyor
ama kel amca inanmış bir kez kazıklandığına iflah olmuyor.
yerimden kalktım yanlarına gittim ve kel amcaya ;
- ya amca sen neden dellendin? diye sordum
kel amca baksana şu herife kendini akıllı sanıyor, bana eksik tarttığı malı satacak vs dedi.
dedim amca haklısın tam tartmadı ama benim anlamadığım nokta başka
kel amca haklılığın verdiği rahatlıkla bana bakarken
kestaneci nerden çıktı len bu kılçık der gibi baktı.
amca dedim benim anlamadığım nokta kestanecinin malı tam tartıp tartmadığı değil,
tartı işlemini yaparken kullandığı kuş boku kadar ağırlıklar var ya
işte o ağırlıkların üzerinde yazan gramla aynı olduğunu nereden biliyorsun? diye sordum
yani üzerinde 200 gram yazıyorsa acaba o metal parçası gerçekten 200 gram mı?
ben soruyu sordum kel amca direk bağırsak düğümlenmesi geçirmeye başlarken
kestaneci ise tezgah altında acil durumlar için tuttuğu levyeye doğru hamle yaptı.
kel amca ben iki kere kazıklandımmm diye bağıra bağıra giderken
kestaneci bana bakarak;
- istersen buralarda fazla görünme sen... dedi.
eylül geliyor kestaneciler sokağa çıkmaya başlıyor,
eğer illaki sokaktan kestane alacaksanız kendinize kuş boku gramlardan bir set satın alın,
kazıklanmazsınız :)...

9 Ağustos 2011 Salı

Çocuğu Olanlar...

bugünün çocukları bizim çocukluğumuz gibi değil.
benim çocukluğumda üçten fazla oyuncağı olan çocuk "zengin,sosyetik" sayılırdı.
üzülürdüm bende olmadığına ama zaman geçtikçe
anladım az oyuncakla büyümenin faydalarını.
özellikle hayal gücümü nasıl genişlettiğini, ufkumu nasıl açtığını...
şimdilerde çocuğuma ve çevresindeki çocuklara bakıyorum
her birinde en azından 50-60 tane oyuncak var
motorlusundan akülüsüne
uzaktan kumandalısından kurmalısına ibadullah oyuncak dolu evler.
işin özü bu devirde hiçbir çocuk oyuncak eksikliği yaşamıyor
peki anne babalar olarak çocuklarımızın arkadaşlarının doğumgünlerinde
ne hediye alıyoruz? yine oyuncak...
ihtiyacı olmayan çocukları oyuncaklarla donatıyoruz.
bana göre orta halli yaşayan hiçbir çocuğun kendi doğumgününde
hediye olarak gelen hiç bir oyuncağa ihtiyacı yok
zaten takip edin gelen hediyelerin çoğu ile oynamıyorlar bile.
gelin küçük bir hesap yapalım
her yıl ortalama 20 doğumgününe gittiğinizi farz edelim
her doğumgününe ortalama hediye bütçemizde 50 TL olsun
yani 1 yılda doğumgünlerine işe yaramayacağını bile bile 1,000 TL harcıyoruz.
bugün 50 TL ile yaklaşık 10 ağaç dikebilirsiniz
bu demektir ki yılda 200 ağaç dikebilirsiniz.
çevrenizde 20 çocuk olsa bu rakam yılda tam 4.000 ağaç eder.
bunu 10 yıl boyunca yaptığımızı düşünürsek
toplamda 20 kişi ile 40.000 ağaç dikebilme şansınız var.
üstelik her diktiğiniz ağaç için üzerinde kimin adına hangi okazyon için
olduğu yazılı sertifikalarda veriyorlar.
acaba kendi arkadaş grubunuzda konuşup anlaşsanız
ve bu fikrinizi çocuklarınızı da anlatıp
artık oyuncak almak yerine ağaç dikeceğiz
çünkü ağaç dikmenin faydaları şunlar şunlardır deseniz
yılda 1 kez de çocuğunuzu bir ormana götürüp;
-işte bu ormanın şu ağaçları senin sayende oldu... deseniz?
büyüdüğünde nasıl bilinçli bir çocuğunuz olacağını siz düşünün.
ama gerçekten düşünün...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Su İçerken...

çok büyük bir çoğunluğumuz su içerken gırtlağımıza odaklanırız
zira gırtlağın o anki kasılmaları suyun boğazımızdan geçip
aşağı inmesini sağlar.
ancak suyu bilinçli içmenin vücuda kattığı artı değerler var.
su içerken gırtlağınıza değil suya odaklanın.
ilk bir kaç sefer bunu yapamayacaksınız
zira gırtlağa odaklanmak kendimizi bildiğimizden beri
yaptığımız otomatik bir davranıştır,
fakat otomatik davranışlarımız yüzünden kaçırdıklarımızın farkına varamıyoruz.
dediğim gibi suya odaklanın
önce gırtlağınıza akışına
sonra göğüs kafesinize inişine
ve daha sonra içinizdeki akış yolunu takip edin.
en sonunda ise sanki suyu takip edebiliyormuşunuz gibi
içerken suyun izlediği yolu hayal edin.
vücudunuzun her yanına nasıl dağıldığını
neredeyse her hücrenizin suyu nasıl emdiğini düşünün
gırtlak odaklı otomatik davranıştan
bu yazdığıma dönebildiğinizde
suyun içinizdeki yolculuğunun takibi
ve vücudunuzun verdiği tepkileri hissedebilecek
ve kendinizi nasıl "canlı" hissettiğinizi anlayacaksınız.
su içmek sadece gırtlak işi değil
aynı zamanda tam anlamıyla bir yolculuk.
suyu takip edince insan içini tanımaya başlıyor
ki bence dünyadaki en büyük keşif insanın kendi içini tanımasıdır...

26 Temmuz 2011 Salı

Ne Zaman...

kelebek
ateş böceği
kedi
köpek
at
eşek
uğur böceği
katır
arı

ve benzerleri...
bundan çok değil 15-20 yıl kadar öncesine kadar sokakta
ve etrafımızda devamlı görebildiğimiz
hatta birlikte yaşamaya alışık olduğumuz hayvanlardı.
geçen gün bir kelebek gördüm
sanki sayısal loto tutturmuş gibi sevindim.
ondan 1 gün önce de uğur böceği gördüm.
ateş böceğini en son ne zaman gördüm onu hatırlamıyorum bile.
sokak kedisi/köpeği ben yaşlardakiler için
sokakta görmesi çok normal hayvanlarken
artık dikkat edin neredeyse hiç yoklar.
var olanlarda çok ilginçtir hep kıç kıça dip dibe duruyorlar.
son yıllarda gördüğüm tüm sokak köpekleri/kedileri
hep grup halinde dolaşıyorlar, eskisi gibi tekil takılmıyorlar.
evet ne yazık ki bir şeyler değişiyor.
değişenin tam ne olduğunu bilmiyorum ama hayal edebiliyorum.
çok kısa sürede hayvanlar neredeyse ortalıktan çekildi.
peki 20 yıl sonra?
hayvan savunucusu falan değilim. hatta onları hiç anlamam.
kafam basmaz bir türlü yaptıklarına,
dünyada bunca çocuk varken içindeki sevgiyi köpeğe, kediye vermeyi anlamam
ama neyse konu bu değil, dediğim gibi burada hayvan haklarını falan savunmuyorum.
sadece hızla değişen hayat içinde nereye doğru gittiğimizi kavrayabilmek adına
bir "es" vermek benimkisi zira nereye gidiyoruz diye düşünmüyoruz...

12 Temmuz 2011 Salı

Manyak Edersiniz İnsanı...

arabamı değiştirmeye karar verdim,
vermez olaydım...
bütçem belli ama arabalar belli değil ki!!!
içine çekildiğimiz kumpas öylesine derin ve ilginç ki
sanki arabayı almayı değil almamayı teşvik ediyor.
paramın yettiği araba orta sınıf bir araç,
alternatiflere baktım ama dediğim gibi bakmaz olaydım
önce opel astra'ya baktım, biliyor musunuz ki sadece astranın
birbirinden değişik tam 66 versiyonu var.
kiminde kıl var tüy yok, kiminde tüy var bok yok
adamı manyak edercesine birbirinden değişik 66 farklı çeşit...
opel böyle de renault farklı mı?
renault megane bakayım dedim,
ulan kasa aynı ama değişik tip sayısı 49.
ford focus almak istersen de durum pek farklı değil 34 çeşit...
bakın çeşit dediğim şey ford'un veya opelin sattığı araç çeşidi değil,
bir aracın kendi içindeki çeşitleri.
hayatı karmaşık hale getirip, yanlış vereceğimiz karar üzerine
kurulu bu sistem neden var? neden bunca farklı çeşit?
yahu aracın full'u var bir de full+full'u var.
bu ne be???
alacağımız sonuçta bir markanın bir modeli
o modelin bilmem ne modelini alırsak kendimizi daha zengin hissediyoruz
ama o modelin içinde bilmemnesi olmayanı alırsak o zaman kendimizi eksik hissediyoruz.
bu ne biçim bir sistemdir? kimin biz insanlara kendimizi eksik hissettirme hakkı var?
yap kardeşim her modele 3 çeşit, ucuz, orta, pahalı
paran hangisine yetiyorsa git onu al.
ama amaç insanı mutlu etmek değil, mutsuz etmek üzerine kurulu
zira bugün astra alırsan yarından itibaren bunun bir üst modelini
nasıl alırım diye düşünmeye başlıyoruz.
neden kazanan hep bizim kafamızı karıştıranlar oluyor???...

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Su...

çok değil 30 yıl önceye kadar suya para vermez,
musluktan akanı içerdik.
sonra zamanla "insanlık doğayı kirletti, rezil etti" söylemleri başladı
ve musluk suyu artık mikroplu, içilemez oldu.
bu da yetmedi su şişeye girdi, temiz su budur dendi.
ve en sonunda resmin büyüğünü gördük : şişeden başka bir yerden su içilemez,ölürsün...
durum bu olunca dünya üzerinde milyonlarca insan 30 yıllık bir plan sonucunda
şişeye bağımlı hale geldi/geldik..
façanız yiyorsa için dışarıdan suyu bakalım ne oluyor.
hadi plan büyük yerlerden devreye sokulmuş yapacak bir şeyimiz yok
yani öpe öpe suyu şişede alacağız,
peki kardeşim yıllarca bedavaya içtiğimiz
ama şimdi parasını ödeyerek içebildiğimiz sudan neden KDV alınır?
hemde %8...
her yıl şişe suya harcadığınız tutarı bir hesaplayın
uzun sürer diyen bana mesaj atsın bende hesaplanmış hali var,
bırakın suya ödediğimiz serveti, sadece KDV'si bile adamı zengin eder.
yazık değil mi bunca insana?
bari KDV almayın...

20 Haziran 2011 Pazartesi

Öğüt Vermek...

kafamız çalışmaya başladığı andan itibaren öğüt vermeye başlarız.
yıllarca öğüt veririz sağa sola.
ama hiç düşünmeyiz doğru olan mıdır öğüt vermek.
açıkçası yanlış olandır birine öğüt vermek
zira olan her şey olan kişiye özeldir ve ortak algıda başka biri tarafından anlaşılabilir
ama olan kişiye verdiği etki başka hiç kimsede aynı değildir.
örnek verelim ; diyelim ki yan yana duran iki kişi aynı anda ve şiddette ayağını bir masaya vursun,
ikisi de acı çeker ama ölçüm yapılsa aynı derecede acı çekmedikleri görülür
zira birinin ayağı mesela 10 üzerinden 6 ağrımış ise diğerininki 10 üzerinden 5,7 ağrıyabilir.
iki insan da birbirine benim ayağım şöyle acıdı böyle acıdı diye açıklasa
ikisi de birbirini anlar ama aynı acıyı yaşayıp yaşamadıklarını bilemezler.
zira dünyada her olan şey ama herşey eşsiz ve kişiye özeldir.
işte bu yüzden kimseye öğüt vermem.
peki ne yaparım?
eğer benden fikir istenen konu ile ilgili geçmişte bir tecrübem olmuşsa
başıma şöyle bir olay geldi ve ben şöyle yaptım derim.
nasıl ki benim başıma gelen herşey eşsiz ise,
olanın sonucu da bana özel ve eşsizdir.
ben öğüt vermeyi karşımdakine değer vermemekle eşdeğer görürüm.
zira karşımdakinde nasıl bir sonuç yarattığını bilemediğim bir şey için
böyle yap şunu yap demek karşımdakine saygı duymayıp işi kestirip atmaktır.
benden herhangi bir konuda fikir isteyen birine saygı duyarım ve yardımcı olmaya çalışırım
ama dediğim gibi öğüt vererek değil
zira aynısı bana oldu dediğimiz hiçbirşey aynısı değil
o yüzden sonucu da o kişi için farklı olacağından ona eğer geçmişte bana fikir sorduğu
konu ile ilgili bir deneyimim olmuşsa bana olunca ben şunu şunu şu şekilde yaptım derim.
böylelikle hiç kimsenin kendine özel eşsiz tecrübesini bozmadan bende olanı paylaşmış olurum.
eğer sizden fikir, öğüt isteyen olursa ve ona saygı duyuyorsanız
öğüt vermek yerine başınıza gelen olayı anlatın ve kenara çekilin
çünkü adı üstünde her tecrübe "eşsiz" ve "kişiye özel"dir...

7 Haziran 2011 Salı

Karanlık Sırlar...

dünyada yaşayan kim olursa olsun herkesin kendine sakladığı sırlar vardır.
bu sırları içimize ilk gömdüğümüz andan itibaren bizimle birlikte yaşar ve ölene kadar içimizde kalır.
bunlar bizim için "karanlık sırlardır".
bir çok şeyimizi bir çok kişi ile paylaşırız ama karanlık sırlarımız hep bize kalır.
çünkü onları paylaşmaktan utanırız.
karanlık sırları bir yakınımızla paylaşırsak sanki onun bize olan bakış açısı değişecek sanırız.
kendimize sakladığımız sırların bize yakışmadığını düşünüp onları en derinimize bir yere gömeriz.
benim karanlık sırlarım var.... idi...
yaklaşık 2 yıl önce hayatımın en karanlık 2 sırrını hayatımda üstelik bana çok yakın olan
iki dostumla paylaştım. çünkü onların artık karanlık kalmasını istemedim.
ve "dost" dediklerimin bu sırları bilmezse beni yani gerçek beni tanıyamayacaklarını,
beni gerçekten tanımayan insanlara da neden "dost" demem gerektiğini anladığım anda
hemen anlattım onlara en karanlık 2 sırrımı.
hiç sırsız olmak ve öyle yaşamak çok rahat bir şey.
kimseden birşeyi saklamak zorunluluğu olmadan,
o sırla ilgili bir olay olduğunda sır açığa çıkmasın diye binbir şaklabanlık yapma mecburiyeti hissetmeden,
kısacası için dış ile bir olması insana tarifi imkansız bir rahatlık veriyor.
o sırlar içimizden çıkınca oluşan boşluğu da dilediğimiz
başka bir şeyle doldurma lüksümüz de cabası.
ölçmeden biçmeden en karanlık sırrınızı paylaşın.
kimle paylaşacağınıza karar verin ve paylaşın.
paylaşın ki önce kendinize sonra dostunuza karşı tümüyle açık ve dürüst olun.
bunu yapmanızın ardından zorla yaptığınız şeyleri yavaş yavaş yapmamaya başladığınızı
ve bunu müteakip zamanda ise artık neredeyse hiç yalan söylemediğinizi göreceksiniz.
kendine ve çevresine yalan söyleme ihtiyacı olmayan birinin nasıl biri olacağını düşünün,
sadece düşünürken bile kendinizi çok güçlü hissedeceksiniz.
unutmayın önceleri zor ama bir kez adımı attıktan sonra yaşayacaklarınız
hayat boyu sermayeniz olacak...

3 Haziran 2011 Cuma

1 Olmak...

sizi seven bir arkadaşınızdan rica edin
aşağıda yazacağım çalışmayı yaparken size sabır göstersin
ve aceleye getirmeden beklesin.
zaten sizi seviyorsa bekleyecektir ama sakince size sabır gösterip yardımcı olması gerekiyor.
yapılacak çalışmanın adı : 1 olmak...
arkadaşınızla karşı karşıya oturun, sadece dizleriniz temas etsin,
kendinizi dış dünyaya kapayın ve onun gözünün içine bakın
kısa bir süre sonra onunla aynı anda göz kırptığınızı farkedeceksiniz.
bunu farkettiğiniz anda odağınızı onun nefes alışına çevirin
hangi sıklıkta nefes alıyor, derin mi yoksa hafiften mi nefes alıyor izleyin.
2-3 dakika sonra onunla aynı anda aynı şekilde nefes aldığınızı göreceksiniz.
ve bu harmoniyi yakaladığınız anda kendinizi bir sıvı gibi hayal edin
ve arkadaşınızın burnundan onun içine aktığınızı hayal edin
yavaşça ve hiç acele etmeden yapın bunu
onun burnunun içini hayal edin,
burun kıllarını,
belki varsa sümüklerini
yutağını
nefes borusunu
borudan aşağı doğru kaydığınızı, aktığınızı hayal edin,
içine akarken etrafınıza bakın
organlarını görün
nasıl işlediklerine bakın
sonra onun kanı olun
yada kanına karışmış sıvı olun
onun kanıyla onun içinde vücudunun heryerine seyahat edin.
ayaklarından el parmak uçlarına kadar çok yavaş bir şekilde dolaştığınızı hayal edin,
tüm vücudunu bitirdiğinizde yukarı doğru çıkmaya başlayın yani kafasına doğru
yukarı doğru çıktıkça sıvı olan halinizi sanki onun içinde tekrar kendi bedeninize dönüyormuş gibi düşünün
onun içinde şekillendiğinizi yani.
ve sıvıdan katıya yani vücudunuza döndüğünüz anda ise
kendinizi tam onun boyunun hizasında ama içindeymiş gibi hayal edin
sanki onun içinden onun gözleriyle dışarı baktığınızı düşünün
onun kalbini ve beynini hissedin sanki sizin kalbiniz, sizin beyninizmiş gibi
artık onun içinden onun dışarıya baktığı gibi bakabilir,
onun gibi nefes alabilir
onun hissettiklerini hissedebilir duruma gelmişinizdir.
onun kafası artık sizin kafanız
vücudu, iç organları, duyguları ama asıl en önemlisi onun benliği,varlığı siz oldunuz demektir.
ve işte tam o anda onun içindeki kendinize onun hislerini tam olarak hissetmenize izin verin ki
onunla 1 olun.
biliyorum okuyunca belki ütopya veya yapılamaz gibi görünüyor
zaten kolay olmadığını okurken anlamışınızdır.
ama bir insanı anlamak için bugüne kadar bulduğum en doğru yöntem bu.
bir insanı anlamak onun gibi olmaktan geçer.
tabi burada kendi konsantrasyonunuzun da ne kadar önemli olduğunu unutmayın.
bu çalışmayı ilk kez bir insanla yapmak en kolayı
zira onun mimiklerini, nefes alış-verişini görebiliyor, duyabiliyorsunuz.
bunu daha sonra doğa ile deneyebilirsiniz.
1 olmak bu dünyanın en zor işi zira karşımızdaki ile aramıza
hep ya onun yada bizim egomuz, hislerimiz, düşüncelerimiz girer
ancak bu çalışmayı yapıp kendinizi "o" gibi hissedebilirseniz
onunla bir çok şeyi aynı anda paylaşabileceğinizi göreceksiniz...

31 Mayıs 2011 Salı

Ruhunu Katmak...

çok inandığım ve üzerinde epey çalıştığım bir terim : ruhunu katmak...
hepimizin bildiği ancak derinlemesine pek ilgilenmediğimiz bir terimdir.
hayatın her anında bizimle birliktedir aslında,
bazen fırından ekmek alırsın eve gidip yediğinde sadece ekmektir yediğin
ama bazen aldığın ekmek yerken seni alır götürür başka diyarlara,
veya gider bir gömlek alırsın ve giydiğinde sanki üstünde değilmiş gibi hissedersin
ama bazende giydiğinde herkes döner bakar sonra bir daha bakar.
hayatımızın her anında var olan gerçektir ruhunu katmak.
yaptığım her işe ruhumu katarım, şöyle ki,
yapacağım işi önce aklımda düşünüp resmederim
resmedince sanki film gibi izlerim aklımdakini
resmetmek eksiğini gediğini gösterir yapacağım işin,
sonra tırpanlayıp eksik gediği kapadıktan sonra
artık yapılmaya hazırdır benim için o iş veya hareket.
tek eksiği kalmıştır "kendimden bir parça vermek"
ki o da işe/harekete ruhumu katmaktır.
kaparım gözlerimi içime dönüp derin bir nefes alıp
ruhumu düşünürüm. büyüklüğünü, yüceliğini ve bereketini
sonra da yavaşça veririm içimdeki nefesi
sanki Tanrı'nın Adem'e üflediği ilk nefes gibi.
işte o andan itibaren o işi/hareketi benden alacak/görecek kişi
kesinlikle bereketini görür.
bereketini görmesi bana ne kazandırır?
bana tekrar gelmesini, bana geri dönmesini ve ruhumu kattıkça
benden başka bir yere gitmemesini.
işimde yaklaşık 15 yıldır bunu yapıyorum
ve 15 yıldır neredeyse aynı müşterilerle çalışıyorum.
onlar mutlu ben mutlu.
bir defasında sordum bir müşterime
neden bunca zamandır benimle çalışıyorsun diye
önce umursamaz bir tavırla omuz silkti "bilmem" diye,
ama sonra durdu bunu düşüneceğim dedi.
bir süre sonra ise verdi cevabını;
senden gelen mallarda ne var bilmiyorum ama sanki mıknatıs gibi çekiyor insanları.
satış konusunda allame-i cihan mıyım? kesinlikle değilim.
sattığım mallar dünyada bir tek bende mi var? kesinlikle değil.
ama ben her sattığım malı göndermeden önce ruhumu katıyorum.
bu sadece iş hayatında başarı getiren bir anahtar değil özel hayatta da bunu uygularım
sabah kalktığımda ilk yaptığım çişimi bile düşünürüm
dişlerimi fırçalarken bile her dişimin nasıl temizlendiğini tek tek düşünürüm.
o an ne yapıyorsam ruhumu katarım korkusuzca.
neden korkusuzca?
çünkü güzel şeyler hep çabuk biter sanırız
ama düşünmeyiz ki ruhumuz sonsuz
işte bundan dolayı katın katabildiğiniz kadar.
illa benim yaptığım yöntemle yapmak zorunda değilsiniz.
düşünün kendi yönteminizi bulun
ama muhakkak yaptığınız her işe ruhunuzu katın
çünkü bu dünyada bizden kalacak tek şey
ruhumuzun ürünleridir...

22 Mayıs 2011 Pazar

Acar'ıma...

can acar,
çok zormuş gidenin ardından kalana birşeyler yazmak.
çok az tanımış olsam da benim için hep can'ın annesi o.
"una paloma blanca" olarak kalacak,
huzur onunla olsun,
can sanada kolay gelsin dostum...

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Koca-Kola...

lafımızın kimi kışkırtacağını iyi düşünüp bu yazıdaki colamızın markası Koca-Kola olsun.
Koca-Kola markalı içeceğimizin dünyadaki yıllık cirosu ise 100 milyar dolar...
bildiğimiz kadarı ile tüm maliyetler - reklam giderleri dahil- düşülünce Koca-Kola'mız
sattığı ürün başına net 20% kar ediyor.
100 milyar dolar ciro / 20% kar = yıllık cebe giren para 20 milyar dolar.
bir de kafamız karışmazsa rakamla yazalım;
20.000.000.000 DOLARRRRR, hem de amerikanca dolar hani yeşil olanlardan.
bizim Koca-Kola'mız eski bir marka olmasına rağmen farz edelim ki
son 50 yıldayıllık cirosunun 20% sini cebe indirmiş olsun,
dümdüz mantıktan gidersek 50 yıl önce artı bugünkü ciro bölü 2,
bize ortalama -nihai rakam değil- cebe giren hakkında bir fikir verir
ki bu rakam farz edelim ki 600 milyar dolar olsun.
yani Koca-Kola'mız cebe son 50 yılda yaklaşık 600 milyar dolar indirmiş.
helal olsun, sonuna kadar hak etmişlerdir. isterlerse 10 katını daha kazansınlar.
takıldığım konu onların kaç para kazandığı değil,
benim takıldığım nokta şu;
bunca para olmasına rağmen siz hiç Koca-Kola'dan ;
- önümüzdeki 5 yıllık karımızın yarısını dünyadaki fakir insanlara dağıtacağız...
diye bir şey duydunuz mu?
böyle bir şey yapmak zorunda mı?
tabi ki hayır.
ama be kardeşim patlayana kadar, aksırana-tıksırana kadar yesende
bitmeyecek böyle bir parayı neden dünyanın kullanımına vermiyorsun?
satın alamadığın, şu hayatta gerçekleştiremediğin ne kaldı?
başka ne yapmak için daha çok paraya ihtiyacın var?
tabi işin bir de başka bir tarafı var,
bizler yani ceplerindeki para limitli olan insanlar
cebimizdekinin bir kısmı ile her zaman birilerine yardım etmek için çabalıyoruz.
gün oluyor elimizdeki az bile olsa yarısını karşımızdaki ile paylaşıyoruz
ama örneğini verdiğim Koca-Kola gibiler neresine sokacaksa bu kadar parayı,
dünya için göstermelik işlerden ötesine geçmiyor.
Koca-Kola kazancının sadece 1 yıllık kısmını bağışlasa
Afrika'da açlıktan kimse ölmüyor,
ölmeyi boşver o parayla kendine yetebilecek Afrika kıtası adımları da atılmış olabiliyor.
kendimce verdiğim bir karar var;
hedefim 55 yaşımda cebimde ... kadar para olursa iş kariyerime son vermek
ve hayatımın sonuna kadar ihtiyacım olacak parayı kenara koyduktan sonra
kalanı (eğer kalırsa) ihtiyaç sahiplerine dağıtmak.
bu dağıtım kişilere de olabilir, ormanlara da, denizlerin temizliğine de,
buna şimdilik karar vermedim ama hedefime ulaştığım gün bunu yapacağım
zira kavrayamadığımız tek bir nokta var;
hayat sadece bir yolculuk,
bizle sürece katılan vücudumuz, aklımız ve duygularımız...

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Sorun / Çözüm...

nedendir bilmiyorum ancak çevremde dikkat ettiğim bir şey var,
insanların çok büyük bir çoğunluğu karşısındakine fikir vermeyi iyi biliyor
ama çözüm sunma konusunda herkes kaçak dövüşüyor.
biri bana bir şey sorduğunda önce konu ile ilgili düşüncemi
daha sonra ise konu ile ilgili bence çözümümü belirtirim.
zira bana göre her açılan konunun kapanması gereklidir ki
evrenin işleyiş sistemi olan "halka" tamamlansın.
biri size bir şey danışırsa çözüme yönelik fikrinizi de belirtmeyi unutmayın
eğer belirtmezseniz açılan ama sonuçsuz havada kalan bir konu olarak kalır.
zeitgeist'ı çoğunuz duymuşsunuzdur, hala duymayan varsa youtube zeitgeist yazın izleyin.
zeitgeist "moving forward" isimli ikinci filmini yayınladı.
önemli olan adamların ne anlattığı değil, anlattıklarına çözüm sunmaları.
ilk film kendilerine göre olan sorunları
ve bu sorunların nereden kaynaklandığı hakkında idi,
bir çeşit uyanış filmi diyebiliriz.
yeni film moving forward ise çözüm filmi.
bugüne dek ortaya koydukları konular hakkında çözümleri vermişler.
anlatılan konular sizi ilgilendirmese bile izleyin
ki soruna çözüm nasıl üretiliri farklı bir açıdan görebilin.
zeitgeist değer verdiğim bir proje
gerçekleşip gerçekleşmemesi önemli değil,
benim için önemli olan ortaya konulanın sonuçsuz bırakılmaması.
hayatınızda ucu açık kalmış neler varsa bir kağıda yazın ve sonuçlandırın.
inanın çok büyük rahatlık açık dosya bırakmamak...

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Hak Değil Şans...

toplum içindeki sınıflandırma tarih boyu hep var oldu.
sanki birileri bir senaryo çizip, insanları belirli bir sınıflandırma ile
kimin hangi sınıfta olacağına karar veriyor gibi.
hiçbirimiz doğmadan önce zengin yada fakir bir aileye doğacağımızı bilmiyoruz.
doğduktan sonra ailemizin sınıfına göre bir yaşantımız oluyor.
ama sanki içine doğduğumuz sınıf bizim herşeyimizmiş gibi yaşıyoruz.
en zengin olan daha az zengini,
daha az zengin olan orta sınıftakini,
orta sınıftaki de fakiri sanki karşısındaki insan değilmişcesine,
sanki ondan daha az kazancı olan bunu seçerek doğmuş, bunu hakketmişcesine hep aşağılıyoruz.
herşey statüko bizim için, herşeyin ölçü birimi para.
paran çoksa en iyi yemeği yersin, en iyi tedaviyi görürsün, en iyi yerde oturur, en iyi arabaya binersin.
bu aşağıdaki sınıflara baktıkça düşen bir kalite.
bir gün bir benzincide benzin alırken sohbet ettiğim pompacı bana ;
- fakir doğmayı ben seçmedim... demişti.
ama ona göre daha iyi koşullarda doğan bizler acaba onlara karşı doğru davranıyor muyuz?
hep unuttuğumuz bir şey var ;
diğerine göre daha iyi koşullarda doğup yaşayan biri bunu hak ettiğinden bu olmuyor
o kişi diğerine göre sadece "şanslı".
bir insanın kendini diğerine göre üstün görmesi, ve/veya öyle yaşaması bir hak değildir.
bu olsa olsa sadece bir şanstır.
kimse fakir olmak istemez ama unutmayalım ki kimse başrol varken yanrolü oynamakta istemez.
önemli olan bize verileni paylaşabilmektir.
zira cebimizdeki hakkımız değil şansımızdır.
eğer bizden daha "şanssız" olan insanlara karşı bakışımızı "hak" olarak görmezsek
elimizdekini paylaşmaya başladığımızı görürsünüz.
paylaşmaktan kastım "her gün dilenciye para veriyorum" tadındaki kendini kandırma paylaşmaları değil,
şansınızı biriyle sadece para olarak paylaşmanıza gerek yok.
şansınızla bir çok şey yapabilirsiniz.
örneğin ben doğuım günlerinde çok nadir hediye satın alırım.
bu gibi günlerde alacağım hediyenin para karşılığı kadarı ile ağaç dikerim.
veya yıl sonunda şirketimden müşterilere çok basit ve ucuz hediyeler gönderip,
ona ayrılan bütçenin büyük kısmı ile yardımlar yapar ve müşterilere o yardımın belgesini gönderirim.
örneğin basit bir bornoz hediye ettiysem yanında körler okuluna adına şu kadar yardım yapılmıştır
gibisinden bir mektup yolluyorum.
şansınızı dağıtın hakkınız olmadığını bilerek...

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Ağaç / Vücut / Doğa / Tanrı

ağaç üzerinde yetişen, büyüyen herşeye izin verir.
dallar
yapraklar
kökler
vesaire
ağaç üzerinde biten ne olursa hepsini kabul eder.
insan vücudunda ağaç gibi değişik kıllar uzar.
kulak
burun
sakal
bıyık
bacak
koltuk altı
vesaire
ama insan doğuştan yaradılışına hep ters davranır.
keser
kısaltır
boyar
traşlar
vesaire
kendi yolumda yürümeye başladığımdan beri neredeyse tüm spiritualizma bilgilerinde
var olan bircümle hep aklıma takılmıştı.
ne der spiritualistler;
- Tanrı insanı kendi suretinde yarattı...
ki bu laf 3 tek Tanrı'lı din kitabında da yazar
ama bizler yaradılışa karşı gelip dilediğimizi yapıyoruz.
kesmeyelim, traş olmayalım demiyorum.
sadece "insan olma" algımızda bir sorun var diyorum.
hani bir keresinde "what if" başlıklı bir yazı yazmıştım
yok olanı varmış gibi kabul edip, olsa ne olurdu şeklindeki beyin fırtınası olayı olan what if.
burada da "what if" diyelim ve şu soruyu soralım,
diyelim ki Tanrı bizi yani insanı kendi suretinden yaratmış olsun,
suret aynısına benzeyen, onun yerine geçen ama orijinal olmayan demektir.
yani düz mantıkta ulaşılan sonuç insanın dış görüntüsü Tanrı'ya benzer.
buradan yola çıkınca acaba Tanrı'da -eğer varsa- saçını sakalını traş ediyor mudur?
veya bacaklarına ağda yapıyor mudur?
bir kadının kıllı bacakları tabi ki her erkek gibi bana da itici geliyor.
hatta tiksindirici bile gelebilir ancak bu sadece bir algıdır.
böyle yetiştiğimiz için gövdemizde uzayanları kesiyor, biçiyoruz.
peki ama doğrusu bu mudur?
acaba insan ilk yaratıldığındaki gibi kesme, biçme ihtiyacı olmadan yaşasaydı
bugünkü insan algısı farklı olur muydu?
bu soruya bazıları Tanrı insanı cennetten kovduktan sonra
insanda oluşan "utanma" duygusundan ötürü saçını başını kesiyor falan diyor.
bende onlara o utanma duygusu dediğiniz insanın içine girmeden önce
konuşma ihtiyacı bile hissetmeyen bir insan vardı çevresi ile telepatik anlaşabilen.
ama şimdi yüzlerce değişik dil olmasına rağmen hala anlaşamıyor,
birbirimizin gözünü oymak için fırsat kolluyoruz.
bir yerde bir şey yanlış gitmiş ve yanlış olan zamandan beri bizler
o yanlışın peşinden gidip duruyoruz "böyle mi olmalı" diye sormadan.
doğa bize cevapları her gün gösteriyor ama biz anlamamak için
binbir dereden su getiriyoruz...

29 Nisan 2011 Cuma

Senin Gibiler Yüzünden...

1.-
oğlumla KFC'ye gitik,
oğlum seviyor tavuk yemeyi.
istediği siparişi verdik, kasadaki ben daha siparişi söylerken;
- ama beyefendi bilmeniz gerekir ki siparişiniz 5 dakikada hazırlanır.
oğluma döndüm 5 dk bekleyelim mi diye sordum evet dedi, siparişi verdik.
bekledik, biraz daha bekledik sonra daha da bekledik.
saate baktım tam 15 dk oldu ortada sipariş yok.
kasadakine şunu dedim;
- bana 5 dakikada çıkacağını söylediğin sipariş için şu an tam 15 dakikadır bekliyorum.
bana kızgınlıkla baktı sanki yanlışı yapan benim ve;
- beyefendi siparişini hazırlanıyor şimdi çıkar.
dedim ki bana bak senin şimdi kavramının içindeki zaman donmuş,
ben sana siparişimin ne zaman çıkacağını sormadım,
ben sana bana 5 dk dediğin ve parasını ödediğim sipariş için 15dk geçti hala ortada yok dedim.
yine tren görmüş gibi bana baktı ;
- beyefendi birazdan çıkacak siparişiniz.. dedi, bende sigorta attı.
dedim ki bak güzel kardeşim, beni siparişin ne zaman çıkacağı ilgilendirmiyor,
beni bana yalan söylemen ilgilendiriyor. beni senin sözünü tutamaman ilgilendiriyor.
hayatımda alışık olduğum "boş bakışlar" yine iş başında bana bakıyorlardı.
müdür geldi buyrun nedir durum dedi.
neden 5 dk diyorsunuz 15 dk'lık işe diye sordum,
peki müdür ne cevap verdi?
- beyefendi siparişiniz şimdi çıkacak.
ulan dedim şimdi mi yaparsın, sabaha mı bırakırsın???
bu ne biçim bir algı?
bu nasıl bir otomatik yaşam?
yahu adama anlatıyorum siparişin peşinde olmadığımı
ama onlarda ne yapsın alışmışlar bir kere
siparişim çıktı mı diye sorana şimdi çıkıyor demeye.
tam alaturka iş,
körler sağırlar birbirini ağırlar...
kimse bundan rahatsız olmuyor inanılacak gibi değil.
çok mu zor bu siparişin çıkış süresi şu kadardır demek?
neden işini baştan savma yapmaya bayılıyor bu ülke insanı?
neden kimse işine ruhunu katmıyor?
neden kimse işine ve kendine saygı duymuyor?
hal böyle olunca gelecekten hangi cüretle
bir beklenti içinde olabiliyoruz?...

2.-
trafikte göt göte gdiyoruz.
değil adım nefes alacak mesafe yok aramızda
sağımdaki şeritte çalışma var, yaklaşık 100 mt ileride şeridi iptal edip
benim olduğum şeritle birleştirmiş çalışmayı yapanlar.
dikkat ediyorum benim şeridimde önümde gidenler sağdan şeride girmek zorunda olanlara
yol vermemek için, sağdan şeride girenler ise yolu almak için neredeyse arabaları keçi gibi tokuşturacaklar.
yahu benim şeridimde giden kardeşim sen sağından gelen araca yol ver ve sen geç
sağdan gelen kardeşim sende senden öncekine yol vermiş diye
bende geçicem işte diye gaza gelip atlama yola
böylece bir sağ şeritten bir üstünde olduğumuz şeritten araba geçer
ve herkes hem zaman kazanmış olur hem de kızmamış.
ama nerdeeeeeeee
sağ şeritte yanımdakine yol verdim geçti,
arkasındaki gaza öyle bir bastı ki hani ben yol verdim ya o da sebeplenecek.
durdum, ben durunca geçemediği için o da durdu
açtım camı ;
- yahu güzel kardeşim bir ben bir sen geçersek daha hızlı oluyor göremiyor musun bunu? diye sordum
gelen cevaba bak;
eee nolmuş dün sabah bende birine yol vermiştim!!!!
yahu ben ne anlatıyorum bu ne diyor?
ben sana çözüm sunuyorum
ama sen suçundan kurtulmaya çalışıyorsun.
of anam babam off
ne zaman düzelecek bu çeşitler acaba?...

14 Nisan 2011 Perşembe

Dekorasyon...

elinize 3 adet küçük not kağıdı alın
ve bu kağıtları size en yakın olarak gördüğünüz 3 kişiye verip,
üzerine o kişiye göre sizi anlatan 5 kelime yazdırın.
3 kişiden ayrı ayrı kağıtları alın ve karşılaştırın.
3 kişinin yazdığı 5 özelliğinizden en az 3 tanesi aynıdır.
işte bu ortak yazılan özellikleriniz sizi anlatır.
pekiii evinizi de anlatır mı?
evlerimiz modaya esir düşmüş, modanın dayattığı şekil ve renklerle dayalı,döşeli.
ama adı üzerinde orası "kendi" evimiz.
nasıl ki giydiğimiz kıyafetlerin bizleri anlatmasını ister ve bekleriz
neden evimiz için de aynısını yapmayız?
diyelimki arkadaşlarınızdan size gelen kağıtlarda 3 ortak özelliğiniz şunlar olsun ;
1.- sakin
2.- güleryüzlü
3.- hırslı
evinizin neresi/hangi odası sizin bu özelliklerinize göre dekore edildi?
eviniz sizi anlatmalıdır. peki ama benim özelliklerimi yansıtmıyorsa orası gerçekten benim evim mi?
evinizde huzurlu olmak istiyorsanız evinizin içini kendiniz gibi dekore etmelisiniz.
başkalarının dayattıkları gibi değil...

6 Nisan 2011 Çarşamba

Kır Kıçını...

bilindik bir gerçek var,
kişisel gelişim, kişinin kendine yatırım yapması ve benzeri tüm bu olgulara
insan ancak parası olunca başlayabiliyor.
zira para olmadığında öncelikleri farklı, yemek, okul, yakacak, yiyecek falan filan...
ama insanın cebindeki para artmaya başlayınca önce cahillikten sivilleşmeye doğru ilk adımı atıyor,
aldığı aile eğitimine bağlı olarak ya belirli bir süre kadın, kumar, gece hayatı ile bu geçişi yapıyor
ya da aile eğitimi kuvvetli ise bunları pas geçerek sivilleşmeye başlıyor.
ne demek sivilleşmek?
incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden ötürü kavga etmemek,
karşıdakini dinlemeye başlamak,
kısacası saygı duymayı öğrenmek demek.
bu bölgede kişiye göre değişen bir zaman süreci geçirip başka arayışlara başladığında ise
kişisel gelişimler ve kendine yatırım yapmalar başlıyor.
kendine yatırım ise ikinci bölge.
bu bölgede arayışlar en az birkaç yıl sürüyor.
dinden tutunda spiritualizmaya kadar büyük bir yelpaze bu bölge.
ve burada geçirdiği belirli bir süreden sonra olayları farklı algılamaya,
insanları farklı gözle görmeye
ve kendini farklı açılardan tanımaya başlıyor.
nihayetinde yeni bir bölgeye geçiyor.
çok yakın bir geçmişe kadar dünya insanlığının bu gelişimi
ve bölgeler arasındaki geçişleri kısa sürede becerebileceğine inanırdım
ancak geçenlerde düşünürken fazlasıyla iyimser biri olduğumu anladım
zira dünyanın sadece yaklaşık olarak %10'u en alt bölgeden diğer bölgelere
doğru geçişler yapmış, yapıyor.
bu oran yaklaşık 50 yıl önce %7-8 arasında imiş.
demek ki 50 yıldaki artış oranı %2-3 arasında.
dünyadaki doğum oranının büyük bir yüzdesi en alt bölgedeki
insanlara ait olduğundan yani bu bölgedeki insanın üreme hızı diğer bölgelerdekine göre
katbe kat fazla olduğundan zaman içindeki diğer bölgelere geçiş hızı çok düşük.
basit bir matematik hesabı yaptığımda ise "ben görürüm" dediğim iyimserliğimin
aslında benden çoook sonradakilerin bile göremeyebilme riski olduğunu anladım.
benim yaşadığım dönemde dünya insanının bunu başarabileceğine olan inancım da
böylelikle suya düşmüş oldu ve yeni bir karar verdim.
bildiklerimi, öğrendiklerimi, fikirlerimi bundan böyle ancak soranlara anlatacağım.
buradan yazmaya devam edeceğim ancak kendi bilgilerimi soran olmadıkça paylaşmayacağım
hedefim var amacım belli > kişisel gelişimim...
bundan böyle kırıcam kıçımı kendi hedefime bakacağım.
zaman, iyimserlikle birşeylerin olmasını bekleyerek boşa harcanabilecek kadar lüks değil.
ben artık kendi işime bakıyorum,
umarım herkes bir an önce kırar kıçını ve başka yerlerden birşeyler beklemek yerine
kendi hedefini koyup ona doğru yürür...

3 Nisan 2011 Pazar

Vücut nedir?...

vücudumuzun sadece bir aracı olduğunu hiç düşündünüz mü?
vücut ona ne dersen yapan bir bilgisayar gibi.
hani bazen bilgisayara içinde olmayan bir komut veririz
ve bir anda bilgisayar çöker işte vücutta buna benzer bir işletim sistemine sahip.
vücuda kalk dersin kalkar, yat dersin yatar,
kız dersin kızar, ye dersin yer,
oyna dersin oynar, koş dersin koşar.
yani vücut aslında sadece bir aracıdır.
ona ne denirse onu yapar.
peki vücuda bir şey yapmasını kim söyler? beyin tabiki.
çoğumuz hayata vücudumuz gözü ile bakarız
sanki sahip oymuş gibi yaşarız
ama asıl sahip aracıya emri verendir yani beyindir.
peki hükmü veren yani patron beyin kim için çalışır?
bizim için...
peki elimizde bize böylesine itaatkar iki hizmetçi varken
bizler neden hayata sadece bir aracının gözünden bakarız?
kolayı bu diye mi yoksa alışkanlıktan mı?
kendimizi bir üçgen gibi görürsek,
altta emirleri uygulayan vücut
üstünde amiri olan emir verici beyin
ve en üstte ise beyine vücudu yönetmesi için yol gösteren ruh.
yani demek ki asıl patron ruh.
peki bizler hayata üçgenin en alttaki halkasından değil de
en üstteki noktasından yani ruhtan bakabilsek
neler başarabileceğimizin farkında mıyız?...

29 Mart 2011 Salı

İstemeyi Bilmek...

arkadaşım stella yollamış aşağıdakini okuyup anlayana ;
steeve goodier'in kitabından;
Tanrı'dan gururumu yok etmesini istedim,
"Hayır, gurur benim yok edebileceğim bir şey değil, senin bırakabileceğin bir şey" dedi.

Tanrı'dan sakat çocuğumu iyileştirmesini istedim,
"Hayır, onun ruhu sağlam, vücut o kadar önemli değil, geçici bir şey" dedi.

Tanrı'dan beni mutlu etmesini istedim,
"Hayır, ben sadece nimetlerimi sunarım, mutlu olmak sana bağlı" dedi.

Tanrı'dan çektiğim acılardan beni kurtarmasını istedim,
"Hayır, çektiğin acılar seni olgunlaştırıp seni bana daha çok yaklaştırır" dedi.

Tanrı'dan hayatı sevmemi sağlayacak her şeyi istedim,
"Hayır, ben sana hayatı vereceğim, böylece hayata dair herşeye ancak sen sahip olabilirsin" dedi.

Tanrı'dan Tanrı'ya duyduğum sevgiyi başkalarına da duyabilmeyi istedim,
Ohhh nihayet doğru bir şey istedin" dedi...

olgunlaşmamış ruhun duası hep "bana .... ver" diye biter,
olgunlaşmış ruhunki ise " vermemi sağla" diye...

23 Mart 2011 Çarşamba

Ölmeden...

ölmeden önce yapılacaklar listem var, arada bir buradan o listedekilerden bazılarını paylaşacağım;
1.- Arjantin'de River-Boca derbisi stadyumda River tribününde izlenecek
(çünkü Boca'nın renkleri bana ters)
2.- Ibiza'da onbinlerce kişinin katıldığı yazın yapılan açık hava tecno partisine katılınacak ve orada
dans ederken kopulacak.
şimdilik bu kadarını yazıyorum...

15 Mart 2011 Salı

Egzost...

normal sınıf bir arabanın uzunluğu yaklaşık 4-4.5 mt civarında
ağırlığı ise yaklaşık 1 ton civarında
peki bir arabanın en önemli, en can alıcı noktalarından biri neresidir?
egzostu (egzos)
küçücük bir çıkıntı
daracık bir delik
ama bir aracı hareket ettirebilecek en önemli parçası.
neden egzostların boyu küçük eni dardır?
her aracın egzost uzunluğu ve eni aracın motor gücüne bağlıdır.
ama aracın boyu ve ağırlığı ile karşılaştırdığınızda küçücük bir parçadan bahsediyoruz.
egzostu düşünürken insana ulaştım
hepimizin hayattan beklentileri var
içinde olduğumuz koşullara, kendi potansiyelimize bakmadan bekleyip dururuz
ama kendimize hiç "bunca beklentiyi karşılama potansiyelim var mı" diye sormayız.
durmadan isteriz, usanmadan bekleriz.
peki bu bize sonunda ne getirir?
mutsuzluk...
neden?
çünkü olduğumuzdan/ olabileceğimizden hep fazlasını isteriz.
kendimizi bir arabaya benzetsek ve araç egzosunu da beklentilerimize benzetsek,
1 tonluk araç küçücük bir çıkıntı ile görevini yapıp kullanana mutluluk sağlayabiliyor ise
neden biz hayattan beklentilerimizi küçültmeyiz?
"umut" adlı bir yazımda umudun aslında insanın baş düşmanlarından biri olduğunu yazmıştım
bugün hala aynı şeyi söylüyorum
umut içi boş ve doldurulamaz bir kelimedir.
başı, sonu yoktur ve bizi hep kendimizden büyük beklentilere sokar.
peki sonuç?
mutsuz insanlar.
bir kışın ardından sabah güneşinin küçük bir parıltısı,
bir çocuğunun küçük bir gülümsemesi,
küçük bir meyvenin ağzımıza bıraktığı tadın verdiği hoşluk
ve bunun gibi insani mutluluklar hep küçük şeylerde.
ama tonlarca para, heyecanı sönmeyen aşklar, beyaz atlı prensler
kocaman kocaman evler, dev gibi arabalar cipler
hep büyük ve bizi yarışta tutmak için gösterilen ödüller.
bir araca olması gerektiğinden "büyük" egzos takarsanız
ya yakıt tüketimi artar ya da çekişi düşer
yani araç vermesi gereken kapasiteyi vermez
aynen insan gibi.
beklentilerinizi gözden geçirin,
onları bir yere yazın ve yazdıklarınızın hangisine ulaşabilmek için
nelerden fedakarlık yapmanız gerektiğini düşünün.
ortada bir orantısızlık var.
insan orantı dengesini sağladığında mutlu olur bunu unutmayın...

10 Mart 2011 Perşembe

Dolgulu Sütyen...

kadınlar için vazgeçilmezdir sütyen.
her kadının bilmem kaç tane sütyeni vardır.
kopçalı
fırfırlı
askılı / askısız
dantelli
kısacası yüzlerce çeşit sütyen var.
ancak aralarında bir tanesi var ki üzerine gerçekten düşünmek gerek;
dolgulu sütyen
yani başka bir deyişle erkeklerin kabuslarından biri.
neden kabus?
neden olacak çünkü erkeğin hayal gücünü öldürür dolgulu.
erkek o göğüslere ulaşmadan önce bakar
ve baktıkları ile kafasında hayal gücünü işletmeye başlar.
iş son noktaya geldiğinde ise erkek kurduğu hayalin
bir anda fısss diye söndüğünü gördüğünde laf etmez
ama hayal kırıklığı büyük olur.
kadınların neden dolgulu sütyen kullandığını uzun süre çözemedim
ancak artık çözdüğümü sanıyorum,
şu soruyu sordum kendime
neden bir kadın göğüslerinin sahip olduğundan daha büyük
veya daha şekilli görünmesini ister?
cevap basit göğüslerini beğenmediğinden.
peki beğenmediği göğüsler için ne yapar?
göğüslerini dolgulu sütyen ile gerçek olmayan bir şekilde teşhir eder.
yani bir bakıma yalan söyler.
neden bir kadın sex yapmayacaksa başka bir erkeğe göğüslerini bomba gibi göstermek ister?
çünkü beğenmediği göğüsleri kadının özgüvenini alaşağı etmiştir de ondan.
buradan çok açıkça iddia ediyorum;
dolgulu sütyen giyen kadınlar
1.- kendileri ile barışık olmayanlar
2.- göğüslerini beğenmeyenler
3.- özgüveni eksik olanlardır.
hemen yok doğru değil yalan bu diyenler olacaktır.
bunu diyenler eğer dolgulu sütyen kullanıyorlarsa bana bunun nedenini açıklayabilir mi lütfen.
son sözüm tüm kadınlara ;
biz erkeklerin büyük bir çoğunluğu göğüsün büyük veya küçüklüğüne pek takmayız,
asıl önemli olan o göğüslerin vücuttaki orantısıdır.
büyük göğüs fetişi olan erkeklerde vardır ve kadınların çoğunda ise erkek büyük göğüs sever
diye yanlış bir algı vardır. ama dediğim gibi bu yanlıştır.
biz erkekler için göğüs içinde bir çok anlam ve duyguyu barındıran bir organdır
şekli, ucu, rengi, duruşu önemlidir
ama boyu en önemlisi değildir.
o yüzden dolgucular lütfen kendinizle barışın
ve bizim hayallerimizi yıkmayın
:)

6 Mart 2011 Pazar

Sakal...

bir süredir sakalım var.
bırakmaya başladığımdan beri üzerimde kelimenin tam anlamıyla
bir ağırlık hisseder oldum.
ilk başlarda havadır sudur kıldır tüydür dedim yürüdüm
ancak dün sabah yataktan kalkıp çişimi yaparken
aynaya baktım ve bana göre üzerimdeki ağırlığın nedenini çözdüm,
sakal...
yüzyıllardır din dışında dünyada yaşayan neredeyse tüm bilgelerin sakalı olmuş ve var.
hiç dikkat etmemiştim sakalın insanda ağırlık yapabileceğine
ancak bilgelerin neden sakal bıraktığını anladım.
ama asıl anladığım başka bir şey oldu,
ben bilge değilim ve sakal bana ağır.
güle güle sakal bir dahaki denemeye kadar...

2 Mart 2011 Çarşamba

Yaradan...

yaradan
bilindik adı ile Allah.
O'nu anlamanın yolu dinden geçiyor dediler
tamam dedim dine sardım bir süre
hatta bir tanesine değil üçüne birden.
üç kitabı da defalarca okudum
içinde Allah'ı anlayabilmek için.
başlarda yetti de arrtı bile din kitaplarının anlattıkları.
ama kitaplar korkuttu beni
zira içleri emirler ve cezalar dolu.
bir süre sonra önce kendi dinime daha sonra diğerlerine
derinden bakınca yetmedi sanki Allah'ı anlayabilmek
çünkü kitaplar O'nu anlatıyor ancak çözüm bizde diyorlar.
halbuki benim aradığım çözüm değil O'nu anlamak.
işin derinine farklı yollardan inmeye başladım
tıpkı dinle başlayıp fazlasını isteyenler gibi,
ilk durağım mistisizm oldu
onu spiritualizma takip etti.
hala da ediyor
matematik, numeroloji, teoloji
ve daha bir çok şey,
aradım, arıyorum sanırım arayacağım anlamayı
zira her bir adım attıkça şaşkınlığım artıyor.
bugün milliyet okudunuz mu bilmiyorum
meyvelerin şekilleri vücutta neye benziyorsa ona faydası varmış diye bir haber var.
bir sürü meyve ile vücudun ona benzeyen şekillerini bulup
o meyvelerin vücudun o bölgelerine direk iyi geldiğini
doktorlar tarafından onaylatmış haberi yapanlar.
Allah'ı anlayabilmek, O'nu kavrayabilmek için
müthiş bir haber benim için
düşünsenize Allah önce "ol" diyor
sonra zamanı yaratıyor "ol"sun diye
daha sonra denizlerin karalardan ayrılması için gökyüzünü yaratıyor
denizleri karalardan ayırıyor
karaların üzerine yeşilleri
denizlerin içine balıkları yerleştiriyor
daha ortada insan diye bir şey yok
karalara yerleştirdiği yeşillerin uçlarına da yemişleri katıyor
onlara da meyve diyor.
tüm doğayı halletikten sonra sıra karadaki hayvanlara geliyor.
hayvan derken kedi köpek değil topraktaki larvadan dinazora kadar bir yelpaze bu.
işin nihayetinde insan ile finali yapıyor.
bu işin toplamı ne kadar sürdü bilmiyorum
ancak insandan çok süre önce meyveyi
ve o meyveleri şekillerine göre insan vücuduna faydalı olacak şekilde yarattığına göre
nasıl bir planın içinde olduğumuzu kavrayabiliyor musunuz?
böylesine "yanlışsız" bir planı bizim için yapmış/yapıyor/yapacak.
ben böyle eşsiz bir zekaya
böyle kopya edilemez bir plana
böyle tarif edilemez bir güce nasıl saygı duymayayım?
nasıl onu sevmeyeyim?
nasıl?
neden?

24 Şubat 2011 Perşembe

Kendimi Görmek...

hayatımız boyunca kendimizi dışarıdan sadece bir kaç yerde görebiliyoruz.
ayna
yansıma
fotoğraf
video
başka?
başka yok.
aynada ya sabah kalktığımızda ya da bir yere gitmeden önce üst baş toparlamak için,
yansımalarda saçımıza başımıza anlık bakabilmek için
fotoğrafta bilerek verdiğimiz poz ve bilinmeden yakalandığımız anlarda
videoda ise belirli bir sürenin tekrarında
kendimizi dışarıdan görebiliyoruz.
ki bunların hepsinin toplamı toplam hayatımızın ancak çok küçük bir bölümünü oluşturabiliyor.
bunun dışında? nanik...
peki hiç düşündünüz mü acaba dışarıdan nasıl göründüğünüzü?
kızarken, bağırırken, ağlarken, coşarken, üzülürken, sevinirken, kahkaha atarken
kısacası bizi biz yapan duygularımızı yaşarken acaba nasılız? nasıl görünüyoruz?
bunları biliyor muyuz? hayır
sadece dışarıdan görenlerin söyledikleri ile bildiğimizi sanıyoruz.
mesela diyelim ki kızarken gözlerinizi kurbağa gibi açıyor olun
yüzünüz de epey bir gergin şekilde olsun yani kısacası "korkunç" görünün kızarken
ama siz korkunç göründüğünüzü nereden bilebilirsiniz?
etrafınızdan biri size gelip biliyormusun kızarken çok korkunç oluyorsun demezse
siz kızarken korkunç görünüp görünmediğinizi bilebilir misiniz? hayır.
peki karşınızdakinin size korkunç görünüyorsun demesi
size onun hissettiklerini aynen hissettirebilir mi? hayır.
neden? çünkü karşınızdakinin anlattıkları kendi duygularıdır sizinkiler değil.
nasıl güldüğümü
nasıl kızdığımız
nasıl üzüldüğümü sevindiğimi
kısacası karşıdan bakıldığında nasıl göründüğümü bilmek görmek istiyorum
dışarıdan içeriye bakma olayı.
eğer bunları görebilirsem kendime yakışmadığını düşündüğüm
hareketlerimi ve mimiklerimi de kontrol edebileceğimi düşünüyorum.
işte bu yüzden yeni bir projem var.
bir tane ofisime bir tane de evime kamera koyup kayıt yapacağım.
insan kamera karşısına alışık olmadığından önceleri sahte hareketler yapıyor
ama zaman geçtikçe kameranın orada olduğunu unutup yani ona alışıp
olduğu gibi davranmaya başlıyor.
işte olduğu gibi davrandığım zamanlarda dışarıdan nasıl görünüyorum acaba sorusu
yeni projem işte bu yüzden kamera olayına giriyorum.
kendimi internette afişe edecek halim yok
bunu hiç bir yerde yayınlamayacağım sadece kendim için yapıyorum
çünkü kendimi sadece karşımdakinin dili ile
yani sadece bana söyedikleri kadarı ile görebilmek
bence tekamül için yeterli değil...

16 Şubat 2011 Çarşamba

Kafalar Küt Küt...

geçen hafta akmerkezdeyim otopark bileti ödemek için bekliyorum
en önde orta yaşlı bir kadın arkasında 30'ların başında bir erkek, arkasında ben bekliyoruz.
kadın ödemesini yapıp sıradan çıkınca önümdeki 30'luk kasadaki görevliye ;
- abicim nasılsın?
deyip sanki öpecekmiş gibi öne doğru hamle yapıyor, kasadaki görevlide ;
- oo bilmem kim hoşgeldin
deyip o da öne doğru hareketleniyor.
ikisi birbirini öpecek diye düşünürken,
son yılların modasını yaptılar;
KAFALAR ALINLARDAN BİRBİRİNE KÜT KÜT
hani bilirsiniz son zamanlarda hortlayan
öpüşmek yerine kafa tokuşturma olayı.
ilk gördüğümden beri anlamamıştım bunun kimlerin ne amaçla yaptığını.
komunistler mi yapıyor yoksa anarşistler mi?
dinciler mi yoksa ateistler mi?
hiç bilemedim insanların keçiler gibi neden kafa tokuşturduklarını.
fırsatını bulunca kaçırmayayım dedim ve önümdeki parasını ödeyip tokuştuktan sonra
sıra bana gelince kasadaki görevliye sordum;
-dostum şu kafa tokuşturma olayı varya hani az önce yaptığınız
- evet abi.. dedi görevli
necisiniz siz yani neciler kafa tokuşturuyor diye sordum
görevli bana baktı ve;
-abi allah inandrsın bilmiyorum, moda gibi birşey oldu bu iş, neciler tokuşturuyor inan bilmiyorum...
haydaaa gel burdan yak. bilmiyormuş neden keçi gibi tosladığını.
dedim o halde neden küt küt yapıyosun
dedi ki ne bileyim be abi herkes yapınca bende sürüden ayrılmayayım dedim...
hönkkkk cevaba bak.
adam en baştan kabullenmiş zaten bir sürüye dahil olduğunu
ama o sürünün ne sürüsü olduğunu bilmiyor.
önce çok şaşırdım
sonra neden bu kadar çok şaşırdığıma çaçırdım
zira burası türkiye, bilmeden iş yapanların, anlamadan yaşayanların ülkesi...

14 Şubat 2011 Pazartesi

Asıl Üçleme...

sınır olmasa
ülke olmasa
pasaport olmasa
asker olmasa
polis olmasa
politika olmasa
politikacılar hiç olmasa
ayrı para birimi olmasa
din farkı olmasa
ne olsa?
tüm dünya tek ülke olsa
dileyen dilediği yere gidip yaşayabilse
polis, asker yerine bilinç olsa
tek para birimi olsa
politika yerine "ortak bilinç" olsa
dünya kaynaklarının nasıl kullanılacağına karar veren bir grup olsa
bu grup politikacılardan değil, fizikçi, kimyacı matematikçilerden oluşsa
değiş tokuş sistemi olsa
dünyadaki parayı dünya iyiliğine kullanacak yukarıdaki gibi bir grup olsa
dünyadaki tüm silahları aynı anda ortadan kaldırabilecek "ortak istek" olsa
dünya nasıl olurdu?
çoğu kişi bu soruya önce "kaos" olurdu diye cevap veriyor
ve hemen ardından ikinci yanıtını veriyor "ütopya"...
ne demek yani ütopya? hayalden öteye gidemez demek
200 yıl önce kadınların çoğu cadı/büyücü diye yakılırken
bugünkü demokrası o zaman ütopya idi.
100 yıl önce bırakın uçağı bugünkü hızda gidebilen arabada ütopya idi.
50 yıl önce rusya'da demokrasi ütopya idi.
30 yıl önce türkiye'de cebinde rahatça dolarla gezmekte ütopya idi.
yine 50 yıl önce aya gitmekte ütopya idi.
20 yıl önce füzyon kullanmak ütopya idi.
bugün hayatımızda var olanların çoğu bir zaman önce ütopya idi.
bizler "ütopya" dedikçe öyle olacak taa ki biri yapana kadar.
ütopya gibi kelimeler bizlerin ortak bilince ulaşamaması için yaratılmış kelimelerdir.
yıllarca üzerine en ağır anlamlar bindirilerek bizlere yapılası değil dedirtebilmek için kullanılan kelimeler bunlar
o günleri uzak görenler için burunlarının ucu bile uzaktır.
önemli olan uzağı yakın edebilmektir.
bunun için ihtiyaç olan ise 2 şeydir
birincisi hayalgücü
ikincisi kendine güven
benim kafamdaki dünya ütopya değil
çünkü içine yerleştirdiğim insanların lügatında yok bu kelime.
hiçbirşey ütopya değildir
herşey düşüncedir. ve düşünceden doğar.
önemli olan düşüncelerimize olan, kendimize olan güvenimizdir.
düşüncenin gücünü kavrayabilen herkes
hayalgücü ve kendine güvene erişir
ve öyle insanlar için ütopya içi boş bir kelimeden bir adım ötesi bile değildir.
düşün+hayal et+kendine güven
işte ütopyanın düşmanı olan trinity (üçleme)
unutmayalım önemli olan kendimize güvenmektir...

10 Şubat 2011 Perşembe

Bilgi-Fikir-Bilgi...

herşey hakkında bilgimiz var,
bu ülkede kime hangi konuda soru sorarsan sor
bir fikri var.
o konu hakkında bilgisi var mı?
bilinmez
ama fikri var.
çevirin sokaktan birini sorun cibuti'nin sağlık politikası hakkındaki düşüncelerini,
adam cibuti nerede bilmez ama duymuştur sağdan soldan birşeyler oturur anlatır
sanki kendi bilgisiymiş gibi.
bizler fikir sahibiyiz, bilgi değil.
peki insanı öteye götürecek şey fikir midir? bilgi midir?
hangisi öncelikli?
önce hangisine yatırım yapılmalı?
bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak bize ne kazandırır?
kısaca bilgi bir işe başlayabilmek için gerekli çıkış noktasıdır,
fikir ise bilgi sayesinde çıkılan yolda kazanılan tecrübelerdir.
demek ki bilgi fikirden daha önce.
o halde neden bilmediğimiz konularda fikir sahibiyiz?
veya öyle olduğumuzu gösteriyoruz?
bir kaç sebebi var bunun?
birincisi öğrenmeyi sevmiyoruz. nedeni beni ilgilendirmiyor.
önemli olan öğrenmeyi nasıl sevebileceğimiz.
diğer bir neden ise aileden çocuğa geçen ve çocuğun da devam ettirdiği
dışa kapalı, içinde yaşayan geto tarzı yaşantı.
başka bir sebep ise özgüvensizlik.
bunları bir araya getirince bir toplulukta konuşma mecburiyeti hissedenlerimiz
bilgisi olmadan fikirlerini ortaya koyuyor.
o zamanda ortaya az pişmiş nerdeyse çiğ sayılabilecek sohbetler çıkıyor.
dikkat ediyorum kalabalık bir ortamda bir sohbet olduğunda
bilgisi olmadan fikirlerini ortaya döken o kadar çok insan var ki.
unutmayalım bilgi yola çıkış, fikir tecrübelerin dile getirilişidir.
yola çıkış bizi yolun sonuna taşır
ancak yola çıkamadan tecrübe kazanamayız.
bilgi sahibi olmak için okumalıyız, televizyon karşısında pinekleyerek bilgi sahibi olunmaz.
kendinizin analizini yapın
boş bir kağıt ve kalem alın
ve gerçekten ama gerçekten hangi konularda bilgi sahibi olduğunuzu yazın
kendinize karşı dürüst olursanız bu listenin çok uzun olmadığını göreceksiniz.
çocuklarımıza bırakmayı hayal ettiğimiz dünya için bilgilenmeliyiz.
hangi konu olduğu çok önemli değil, motor piston kolunun çalışma mantığı bilgisi bile
hayatın bir yerinde bizi bir yerlere taşıyabilir.
önemli olan hangi konuda ne fikrimizin olduğu değil
ne kadar bilgiye sahip olduğumuzdur...

3 Şubat 2011 Perşembe

Bu Ne Be Kardeşim?...

domuz gribi
ispanyol gribi
kuş gribi
çin gribi
hong kong gribi
asya gribi
mevsim gribi
pandemik gribi
tavşan gribi
keçi gribi
liste uzayıp gidiyor.
ben çocukken grip bir tane idi ve adı da grip'ti.
domuzu eşeği köpeği köteği yoktu
bugün herşeyin gribi var.
var olan hastalıkların dünyadan silinmesini anladıkta
var olanın böylesine dallanıp budaklanmasını
hatta kendi içinde familyalaşmasını anlayana şapka çıkaracağım.
grip vardı aşısı yoktu
aşısı oldu grip gripler oldu
aşı gribi yeniyordu
şimdi her gribin ayrı aşısı var.
acaiplik bizde mi? yoksa bizim üzerimizden para kazanan aşıcılarda mı?...

27 Ocak 2011 Perşembe

Dıştan İçe, İçten Dışa...

39 yaşımın yaklaşık 35 tanesini dışa dönük yaşayarak geçirdim.
yaradılış itibarı ile dışa dönük yaşayan varlıklarız.
kulaklarımız dışarıdan gelen sesleri duyar
gözlerimiz dışımızdakileri görür
ağzımız dışarıdan girenlerin tadına bakar
ellerimiz dışarıdakilere dokunur
burnumuzda aynı şekilde dıştakileri koklar.
insan olarak 5 duyumuz dışa dayalı
son bir kaç yıldır ise iç keşfimi yaşıyorum
önceleri zor gelmişti dıştan içe dönmek
alışmışım 35 yıl dışa dönükleri kullanmaya
ama anladımki sınırsızlık dışta değil içte
gözün görmediklerini
kulağın duymadıklarını
iç görüler sınırsızca veriyor.
iç yolculuğa başladın mı git gidebildiğin kadar
ne sınır var ne de durduran
sensin teksin sadece
benim tekim sadece.
öyle bir keşifki bu
şekli yok
kokusu yok
sesi yok
hiçbirşeyi yok
ama herşeyi var
sadece farklı.
farklı olabilmeye açabildiğinde kafanı
zorluklarını da getiriyor
ama öyle bir doyuruyor ki
öyle değişik tatmin ediyor ki
tanrısal hissi veriyor.
dilediğini/dilediğimi dilenen anda ve şemada yaratabilme gücü,
çok büyük bir keşif, inanılmaz bir tatmin.
içe dönüp baktığım her an daha da büyüyorum sanki.
biraz daha içe dönük kalmalıyım
çünkü içe dönük kaldıkça bir sonraki adımımı planlamaya başladım
yakında içten dışa, dıştan içe sarmalını işletmeye başlayacağım.
heyecanlandırıyor bu beni
zira ikisini bir etmek böyle birşey olsa gerek.
şimdilik bilmiyorum
yakında öğreneceğim
öğrenince anlatacağım.
ps : ikisini bir etmek=spritualizmada erişilmesi amaç olan zirve...
ps2 : hayat güzel :)

16 Ocak 2011 Pazar

Almanya...

hiçbirşey
herşey
1 şey
herşey
hiçbirşey
herşey
1 şey
herşey
hiçbirşey
almanyadayım 1 haftadır
ilk kez bu akşam kendimle kalacak vakit buldum.
kendimle kaldığım her seferinde yaptığımı yaptım
soru sordum kendime
yukarıdakini de cevap diye verdim aşağıdakini sorduktan sonra,
neyim ben?
buymuşum ben :)
sevindim
paylaştım
bitti...

3 Ocak 2011 Pazartesi

Mehtap...

mehtap bile yakışmaz oldu be kente artık...
demişti tam 23 yıl önce.
merak ediyorum
23 yıl sonra
acaba aynısını mı der?
aynısını mı dersin ali?...

Hata Nerede?...

bugünden tamı tamına 50 milyon sene önce
güneşe yakın iki büyük meteor çarpışıyor
etrafa savrulan küçük meteorlardan büyük bir parça ayın yörüngesine giriyor
ve tam 50 milyon sene sonra 2009 yılında Nasa'nın gözlemiyle
dünyaya teyet geçerek uzayın sonsuzluğuna gidiyor.
Nasa diyor ki;
- eğer 50 milyon yıl önce çarpışan 2 büyük meteor çarpıştıkları saatten
sadece 2 saat sonra çarpışsalardı, ayın yörüngesine giren meteor
direk kafadan dünyaya çarpacaktı...
bu nasıl bür düzendir Yarabbim?...
evrenin böylesine ince bir düzeni karşısında
insanın soluğu kesiliyor.
düşünün ki bu sadece bizlerin bildikleri,
bunlar gibi belki de onbinlerce meteor bizi teyet geçti.
ve işin bana göre komik yanı ise bu olayların 50 milyon sene önce olması.
yani mesela diyelim ki 30 milyon sene önce aynı yerde aynı boyutta iki meteor ilkine göre
2 saat geç çarpıştı ise demek ki birkaç yıla kadar meteor bu dünyayı uçuracak.
ama öyle olmadı, öyle olmuyor işte.
işin ironik tarafı ise neredeyse tüm bunları hepimiz biliyoruz
ama aynı şekilde yaşamaya devam ediyoruz.
herşeyin patronu olmaya,
dilediğimizi dilediğimiz gibi kesip biçmeye,
tüketmeye,
bilinçlenmemeye
kısacası egosantrik yaşamaya devam ediyoruz.
anlamıyoruz ki belki biz öldük bile.
geçmişten gelecek olan 2 taş parçasının dinazorlar gibi bizi de
ortadan kaldırabileceğini anlamıyoruz.
anlamamakla da kalmıyoruz,
daha kötüye gidiyoruz.
iyi diyorsun da ölmüş olabilirsek o halde ne gerek var düzeltmeye diyenlere
diyecek birkaç lafım var ;
dünyadaki çoğunluğun anlayamadığı en büyük nokta
biz o taşlara göre ilerideyiz.
zamanı tek bir çizgi olarak düşünürsek
o çarpışan taşlar bize göre o çizgide geride bir yerlerde.
biz ise ilerideyiz.
hani 12 yaşındayken yaptığımız bir hareket
bize bugün saçma geliyor ya
işte böylesine büyük bir avantaja sahibiz bazı şeyleri değiştirebilmek için.
bilipte yapmamak, görüpte değiştirmemek...
ne kadar yazık olduğunu yumurta kapıya dayanınca anlayacağız.
bunca büyük bir avantajı göz göre göre çöpe atıyoruz.
o avantajda bir gün bizi çöpe atacak...