21 Kasım 2012 Çarşamba

Ya Sizde Durum Ne?...

hayatımda nefret ettiğim insan sayısı : 0
10 yıldan fazla süredir devamlı kızgın olduğum insan sayısı : 1
10 yıldan kısa süredir devamlı kızgın olduğum insan sayısı : 6
son 5 yılda ara ara kızgınlığımın tekrarlandığı insan sayısı : 4
son 5 yılda benden nefret eden insan sayısı : bilmiyorum
son 5 yılda ara ara bana olan kızgınlığını tekrar eden kişi sayısı : 3
günlük kızdığım insan sayısı : günlere göre değişse de ortalama 10
son 5 yılda hayatımdan çıkardığım insan sayısı : 1

geçenlerde kafa doktoruma şuna buna kızıyorum,
benim durum iyi değil galiba gibisinden bir mesaj gönderdim.
ama sonra durup düşündüm ve dedim ki
benim 5 yıllık kendimi kontrol sürem gelmiş.
kontrol ettim sonuçlar yukarıda.
göründüğü kadar da karanlık değilmiş tablo
hatta aydınlanmış bile diyebilirim
zira her hesaplaşmamı bir kenara insanların isimleri ile not ediyor ve saklıyorum
bir sonraki hesaplaşma vakti geldiğinde o kağıdı çıkarıyorum
 ve isimleri kontrol ediyorum.
işte bu sefer uzun süreden beri ilk kez pozitife gidiş başlamış
şöyle ki bir önceki hesaplaşmamda nefret ettiğim insan sayısı 1 iken şimdi 0
yani hayatımda beni nefret duygusuna iten kişi ile olayımı bitirmişim.
bu ne demek? beni negatife çeken kişi artık beni oraya çekemediğine göre
ona harcadığım negatif zaman ve duyguyu
istediğim takdirde pozitif olarak başkasına/başkalarına yansıtabilirim.
diğer sorulardaki rakamlar bir aşağı bir yukarı neredeyse aynı
ancak beni sevindiren nokta günlük kızgınlıklarımdaki isimlerin bir kısmının değişmesi.
bu değişim hayatıma son 5 yılda bir sürü başka insan girmesinden değil
bir şekilde benim o kişi/kişilerle aramı düzeltmiş olmam.
yukarıdaki hesaplaşmayı ilk yapmaya başladığımda (1997)
çok rahatsız olmuş, kızmış bağırmıştım
ama yapmaya devam ettikçe rahatladım ve bunu sevmeye başladım.
bu hesaplaşma bana kendi kendime
dürüst olmayı,
duygularımı dinlemeyi
ve kendi tekamülümde yürüyebilme şansını verdi.
kısacası kişinin belirli sürelerle
kendi ile hesaplaşması kişiye kendisi hakkında
çok çok önemli ipuçları veriyor.
kendinizi gerçekten tanımak
ve kendinizi gerçek anlamda kabul etmek istiyorsanız
bu bir yol olabilir...



24 Eylül 2012 Pazartesi

Yürek Lazım...

severim atasözlerini,
tabi saçma olmayanları
bazıları öyle bir ders verir ki sabaha kadar düşünür dururum
ama bazıları da komedinin önde gidenidir.
sevdiğim ve üzerine özellikle düşündüklerim arasındakilerden biri ;
doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar...
bu atasözüne her yerinden bakarım,incelerim, anlamaya çalışırım.
hepi topu toplamında 5 kelime olan bu söz içinde alt başlıklar halinde
bir çok farklı anlamlarda barındırır.
açık olmak gerekirse bu ülke insanına bu kadar yakışan atasözü de pek azdır.
bu ülkedeki neredeyse hiç kimse karşısındakinin
ona doğruyu söylemesinden mutlu olmuyor.
insanların büyük bir çoğunluğu bir aldatmacanın içinde
yaşamlarına devam ediyorlar.
üzücü olan nokta ise bu insanlar bunu bilmelerine rağmen devam etmeleri.
çevir sokaktan birine sor ;
- senin için iyi arkadaş,dost ne demektir? diye...
ilk vereceği cevap "kafaca en iyi anlaştığım kişidir" diyecektir.
bu soruya verilen ilk otomatik cevap budur.
ama bu yanıtı veren kişiye ;
- peki ya dostun senin hakkında sana yanlışlarını söylüyorsa? diye sorarsanız
önce "olsun canım dost acı söyler" diye başka bir otomatik cevap verecektir.
ancak çevremize baktığımızda görüyoruz ki
eğer arkadaşım benimle aynı şekilde düşünmüyorsa arkadaşım değildir
tadında bir sürü arkadaşlık görebiliriz.
çocukluğumdan beri gördüğüm her yanlışı çekinmeden
dile getirebileceğim dostluklar aradım.
buldum mu? evet ama tabi ki çok az.
ama anladığım bir tek şey var ki
o da bu ülke insanı eleştiriyi kesinlikle hiç sevmiyor.
eleştiri yapanı ise yanında bile tutmuyor.
yani eleştiriyi, yapılan kişiyi ileriye
götürecek bir kelam ordusu olarak göremiyoruz.
hal böyle olunca ve bu hastalık toplumu sarınca
ortaya körlerin sağırlarla birbirlerini ağırladıkları,
doğruyu söyleyenlerin ise oradan oraya savrulduğu bir toplum çıkıyor ortaya.
insan eleştirilmekten neden korkar?
yanlışı su yüzüne çıkacağı için.
bu toplumda insanlar başkası onun yanlışını görürse/bulursa rezil olacağını
ve karşıdakinin gözünde değerini kaybedeceğine inanıyor.
işte bu yüzden ortaya ya ikiyüzlü/yalancı ya da körler/sağırlar örnekli kişiler ortaya çıkıyor.
aslında hepimiz durumun farkındayız zira eğer ortada
evrensel bir doğru varsa, insanın içi o doğruyu ne kadar değiştirmek istese de beceremez
ve değiştiremediği şey içinde uhte olarak kalır. sanki hiç geçmeyen bir yara gibi.
evet herkesin herşeyin farkında ama ortaya çıkıp bir babayiğit gibi
gerçekleri söylemekten korkuyor insanlar.
neden korkuyor?
ilk sebebi bunu söyleyecek kişinin söyleyeceği kişi tarafından artık sevilmeyeceğini düşünmesi.
peki ikincisi?
yanlız kalmaktan korkuyor.
toplumun büyük yüzdesi körler/sağırlar dengesinde yaşadığı için
doğruyu söyleyen adam yanlız kalır.
ama kalkıp sokakta birine sorarsan
aaa olur mu öyle şey, darağacına gitsem gerçekleri söylemekten vazgeçmem der.
(yalanın önde gideni)...
gerçekleri söylemek gerçekten yürek isteyen bir iş.
denedim/deniyorum oradan biliyorum :)
bazen çok zor oluyor,gerçekten çok zor oluyor
ama o zamanlarda da aklıma tek bir söz geliyor ki o da ATA'mın sözü ;
- muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur...
işte korkudan kurtulmanın yolları kitabı ders 1 ;
MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET DAMARLARINDAKİ ASİL KANDA MEVCUTTUR...

21 Eylül 2012 Cuma

Geçmiş Hayatlar...

insan oldu olası geçmiş yaşamlarının peşinde koşmuştur.
acaba kimdim? nerede yaşamışım?
hangi zamanda yaşamışım?erkek/kadın mıydım? vesaire vesaire vesaire.
hiç bir zaman anlayamadım insanın neden geçmişinde kim olduğunu merak etmesini
zira adı üstünde "geçmiş" yani geçmişte kim olduğunu bilmek,
sana bu hayatında ne katabilir hiç düşündün mü?
büyük ihtimalle düşünmedin. peki neden bu merak?
hadi diyelim bildin ee ne oldu? saçların yeşil mi çıkacak veya boyun 4 metre 10 santim mi olacak?
testler mestler sürüsüne bereket şey var bu geçmiş hayatla ilgili.
merak eder dururum bir insan bu testleri neden yapar acaba diye.
birde baktım ki facebook'ta moda olmuş geçmiş hayatında kim/ne olduğunu bulmak.
ama adım gibi eminim ki bulan bulduktan 1 saat sonra unutuyordur.
peki o zaman ne işe yarıyor bu?
hadi diyelim ki testi yaptın ve geçmiş yaşamında Kristof Colomb olduğunu anladın
eee ne olacak? bir gemiye atlayıp dünya seyahatine mi çıkacaksın?
yoooo hayatında hiçbir şey değişmeyecek.
peki o halde hayatımda hiçbirşeyi değiştirmeyecek bir şeye neden vakit harcayayım ki?
bunun gibi geçmişte kalmış ve bugünkü hayatına değer katmayacak işlerle uğraşacağına
gelecekle uğraşsan daha iyi olmaz mı?
geleceği şekillendirmek,
geleceği daha isteyerek bugüne yaklaştırmak,
gelecekte hayal ettiklerin, olmasını istediklerin için planlar yapsan?
yani uzun lafın kısası kıçı kırık işlerle uğraşmak yerine
bizden sonraki nesiller için elle tutulur birşeyler yapsak?...

20 Eylül 2012 Perşembe

Türk müsün?...

sokakta çevrendekileri umursamadan yere tükürür müsün?
halka açık yada kapalı diye bakmaksızın eline şeyine götürüp
çorba gibi karıştırır mısın?
deodorant kullanmak yerine doğal kokunla
yaşamaya devam edip çevrendekilerin burun direğini kırar mısın?
dişlerini haftada en fazla 1 kez mi fırçalarsın?
tuvalet kağıdı senin için "sosyetik bir şey" midir?
yeni tanıştığın birine ilk sorduğun soru "nerelisin" midir?
konuşurken sesinin tonunu ayarlama ihtiyacı bile hissetmez misin?
arabanı kurallara uyulması gereken bir araç yerine
aracına uygun kurallar yaratarak mı sürersin?
herşeyin kopyasına dadanıp çevrende sanki
orijinalmiş gibi mi dolaşırsın?
cebinde üç kuruş yokken yeni çıkan son teknoloji telefonları
sittin sene uzunluğunda taksitlere girerek öder misin?
yediğin her yemekte yada yaptığın her alışverişte şikayet edecek bir şeyler bulur musun?
kadın kafanı bozunca tokadı basar mısın?
teknolojik yenilikler dışındaki herşeye
önce hangi ülke bulmuş sorusunu sorar mısın?
ve hatta eğer bunlar işine gelmeyen ülkeler tarafından bulunduysa
onlara "şeytan işi" der misin?
yanındaki kadını yazın ortasında kıyafetlerin içine gizleyip
ama aynı anda yanından geçen rahat giyimli kadınla ilgili kafanda fantaziler kurar mısın?
sadece kendi çıkarlarına göre konuşur musun?
bir gün beyaz dediğine ertesi gün patronun siyah dedi diye siyah der misin?
kısacası yalakalık sınırının en tepesinde misin?
herşeyi kendine hak görüp daracık bir dünyada mı yaşarsın?
Atatürk'ün "muassir medeniyetler seviyesi" söylemini anlamak için hiç vakit harcamaz mısın?
bu listedekilerden en az üç tanesi sende varsa evet Türk'sün.
ne yazık ki bu böyle. bu ülkenin sana bahşettiklerinden faydalanıp
ülkeni, kendini,aileni ve çevreni ileri götürmek yerine
hala bu listedekilerle yaşıyorsan
ve geleceği hiç düşünmeden sadece "nossun işte yaşıyoruz" diyorsan evet Türk'sün.
halbuki Göktürk'lerden beri gelen Türk'lük kavramındaki "daima ileri" mantalitesini
senden sonraki kuşaklara aktarabilsen de senden iki kuşak sonrasının
yapılandırılmasına katkıda bulunan bir Türk olsan?
seçim senin...

23 Ağustos 2012 Perşembe

Seninle...

Dost der ki ;
- seven insan yaşlanır ama ihtiyarlamaz...
lafın içini anlamak 3 yılımı almıştı
ama bir kez anladıktan sonra...

Canım Oğlum,
seninle yaşlanmak çok güzel
seni seviyorum
seninle yaşlanmayı seviyorum...

ps : B..... hemen kızma çünkü seninle yaşlanmayı da seviyorum :)

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Seni Tanıyorum... (mu acaba)?

şanslı bir adamım
zira yaklaşık 20 yıldır işim dolayısı ile
dünyanın dört bir yanını dolaştım.
karakterimde gözlemcilik olduğundan da 20 yıldır
dünyadaki birbirinden farklı onlarca milleti, tavırlarını gözlemledim.
gözlem insana karşındakinin davranış şemasını anlatır.
yani bir insanı gerçek anlamda tanımak
onun olan olaylar karşısındaki tepkilerini gözlemleyerek gerçekleşir.
ilişkilerimizde en çok kullandığımız kelimelerden biri de
"tanımak"tır.
onu tanıyorum, onu artık tanıyamıyorum, tanıdığım kişi şunu şöyler yapardı vesaire...
eğer birini tanıyorsak belirli bir süre geçtiğinde bile onu tanıyor olmalıyız.
örneğin ikili ilişkilerde en çok karşılaştığımız durumdur tanıma/tanıyamama.
ama tanıma işine gereken önemi göstermediğimizden
ikili ilişkilerimiz ne yazık ki dilediğimiz gibi olmuyor.
çevrenizdekilere yaşadığı ilişkiden tam anlamıyla mutlu kaç kişi var diye sorun
alacağınız cevaplarda göreceksiniz ki çoğu insan mutsuz.
nedenini sorduğunda ise en çok alınan cevap ;
"artık o benim eskiden tanıdığım insan değil..."

o halde bir yerde hata var. zaten olmasa herkes mutlu olurdu.
peki hata nerede? en kolayından kullandığımız kelimede
tanımak kökünde hangi kelimeyi barındırır?
-tanı...
peki bu kelimeyi kim kullanır?
doktorlar.
ne için kullanırlar?
bilinmeyeni açıklayabilmek için.
yani tanı ile bilinmeyen arasında bir örüntü var.
demek ki tanımak ile bilmemek doğru orantılı.
hal böyle olunca birini tanımak onu aynı anda bilmemek anlamına da geliyor.
her doktor tanı koyar, kimi doğru kimi de yanlıştır.
o halde tanı-mak içinde yanlışı da barındırabilecek bir kelimedir.
bu demek oluyor ki yaşadığımız bir ilişki içinde yanlış barındırabilir.

eee o zaman ne yapacağız?
çok basit.
karşımızdaki insanı bileceğiz.
tanımak yerine o insanı bilirsek
olayın içine bir yanlış karışmaz.
örnek verelim ;
2x2 kaç eder?
cevap basit 4. neden basit?
çünkü biliyoruz.
karşımızdaki insanı bilmek için neye ihtiyacımız var?
onu gözlemlemeye.
öyle yıllara falan gerek yok.birkaç ay bir insanı bilmek için yeterlidir.
nasıl mı?
karşınızdaki kişiyi düşünün
ve onun hangi olaylar karşısında aynı tepkileri verdiğini bir kenara yazın.
göreceksiniz ki bir çok birbirine bağlı olayda o kişi aynı tepkileri verecektir.
yaşamadığınız bir olay karşısında ne tepki vereceğini bilmediğiniz durumlarda ise
kafanızdan senaryolar yaratın ve karşınızdakine senaryoyu anlatıp
böyle bir durum karşısında nasıl davranacağını sorun.
vereceği cevapları unutmadığınızda ise
karşınızdakini bilmiş olacaksınız.
bir şeyi bilmek bizi yanlış yapmaktan korur.
yani 2x2 örneğini binlerce kezde sorsak cevabı hep aynı verirsiniz 4.
insanı tanımayın onu bilin.
hangi durumda ne yapabileceğini
ne zaman nasıl davranabileceğini
nelere karşı olduğunu, kimlerle iyi anlaşıp anlaşamadığını bilin.
bilmek doğrudan gelir
tanımak ise dediğimiz gibi içinde yanlışı barındırır.
elimizde doğrusu varken
neden başka ihtimalleri içinde barındıranı kullanalım ki?
bu tip kelimelerin yarattığı farklılıklarda
ben direk ingilizceye bakarım.
sokakta tanımadığımız biri yanımıza gelip konuştuğunda ne sorarız?
-seni tanıyor muyum?
peki ingilizcede bu nasıl?
- do i know you? tam türkçesi ne?
seni biliyor muyum?
bir kişi ile uzun süreli mutluluk mu istiyorsunuz?
onu tanımakla uğraşmayın, onu bilin...

15 Temmuz 2012 Pazar

Facebook...

garip geliyor bana
insanların geçmişte yaşamış bilgelerin ve/veya önemli kişilerin
söyledikleri sözleri alıp
facebook'ta yayınlamaları.
her zaman geçmiş büyük insanların sözlerini okurum, anlamaya çalışırım
ancak hiçbir zaman onların dediklerini kendi hayatıma kerkenez almam.
acaba derim benim bu sözden çıkarımım ne olacak
ve o sözden kendi sözümü çıkarırım.
facebook'ta koca koca pencereler açıp sanki o lafı kendisi söylemişcesine
yapılan "post"lar benim için tembelliğin önde gidilmesi.
açın facebook sayfanızı her gün en az 40-50 tane böyle pencere görürsünüz.
anlayamadığım ikinci bir nokta ise bu sözleri beğenen ve/veya yorum yazanlar.
post edeni sanki sözün sahibi gibi görüp bir de üzerine vay süper laf falan gibi
yorumlar gelince biraz sığmışız gibi geliyor bana.
einstein kalkmış bir laf etmiş
biri de kalkıp facebook sayfasına
kocaman bir pencere içinde bu sözü yazmış
yazan o sözün üzerine hiç çaba harcamamış
kalkmış olduğu gibi o sözü kopyalamış
okuyan da sanki hayatı değişmiş,
acaip aydınlanmış gibi like mayk falan filan.
eeee nerede yaratıcılık?
nerede senin emeğin?
nerede senin aklın?
hiçbiri yok.
ne var?
kopyalanmış bir söze şak şak...
madem çok beğendin o sözü
ve paylaşmak istedin çevrenle,
o halde sende bir adım at
sözü yayınla ama altına da "bencesi de budur" gibisinden
iki kelam yazı yaz. bari aldığın o sözün üzerine
kendi yorumunu kat ki o söz de gelişmiş olsun,
senden sonraya bırakabileceğin bir rehber olsun.
geçmişte yaşayanlardan feyz almak kesinlikle güzel bir şey
ama o devirin o koşullarında- söylenmiş sözleri
sanki bugünün geleceğe açılan
aydınlanma penceresi gibi görmek ve göstermek
kimseyi mek parmak ileri götürmez
tersine tembelleştirir.
bence önemli olan o sözlere
birşey ekleyebilmektir...

18 Haziran 2012 Pazartesi

Sizinki 4'te Kaç?...

insan bu dünyaya en son yerleştirilen varlık.
yani bizler bu dünyaya doğmaya başlamadan önce
doğa kendi sistemini kurmuştu bile. ve biz buraya sonuncu geldik.
nereye giderseniz gidin tek bir kural işler ;
son gelen çorbayı içer...
peki ya biz?
biz dünyanın son geleni olarak çorbamızı içiyor muyuz?

insan henüz bu dünyada yok iken,
doğa mevsimlerini, rüzgarını, güneşini kısacası herşeyini hazır etmişti bile.
herşeydeki gibi kendi içindeki işleyişi de gıpta edilecek bir düzen içinde kurmuştu.
doğa dünya üzerindeki havayı 4'e böldü ve
ilkine ilkbahar
ikincisine yaz
üçüncüsüne sonbahar
dördüncüsüne de kış dedi.
tamam bu kelimeleri biz isimlendirdik ama mevsimleri doğa yarattı.
neyse konuya dönelim ;
doğa kendi içinde her mevsimle ayrı ayrı mutlu olmayı biliyor.
ilkbahar geliyor doğa uyanışa geçiyor
yaz geliyor doğanın doğurganlığı, vericiliği artıyor.
sonbahar geliyor kışa hazırlık dönemi geçiriyor
ve kış geliyor hayvanlar kış uykusuna yatarken
dışarıda soğuktan mikroplar kırılıyor.
peki ya biz yani insan?
doğanın kurduğu dengeye en son gelen olarak
doğanın bize verdiği 4 mevsimin hangisinden memnun olabiliyoruz?
gelin bakalım;
ilkbahar : ayy kız herşey iyi güzel ama o polenler yok mu deli ediyor beni.
3 ay boyunca durmadan hapşırıyorum. o da yetmezmiş gibi
bir de kedilerin bitmek tükenmek bilmez miyavlamaları
ve tabi ki ilkbahardaki gripler. valla hiç sevmem ilkbaharı... der bazıları
yaz : ayy valla güneş tatil deniz göt büyütme harikadır yaz
ama bazen çook sıcak oluyor.terliyorum leş gibi de kokuyorum.
üstelik karakterime hiç uygun değil zira ben soğuk günlerin insanıyım
o yüzden yaz mevsimini hiç sevmem... der bazıları
sonbahar : ayy kız yaprakların dökülüşü falan güzel de sonbaharda yağmurlar çamur olur
bir gün kıçın donar bir gün yaz gibidir. hasta eder adamı.ııh hiç sevmem sonbahar... der bazıları.
kış : ayyy hiç sevmem buz gibidir, zırt pırt hastalıktan tut karda kayarsın düşersin
yetmez her meyve sebzeyi bulamazsın. valla kışı hiç sevmem... der bazıları...

sorun kendinize doğanın kendi işleyişi için yaratmış olduğu 4 mevsimden
kaç tanesini gerçekten seviyorsunuz? hangisi/hangileri sizi mutlu ediyor?
ama belki okurken fark ettiniz, biz bu dünyaya son gelenleriz
yani olana, var edilene saygı duymak yerine ondan mutsuz oluyoruz.
lütfen her mevsimi özellikleri ile sevin
zira dediğim gibi biz zurnanın son deliğiyiz
yani misafir umduğunu değil bulduğunu yer.
ya yediğinden mutsuz olacaksın
ya yediğinle mutlu olacaksın
üçüncüsü yok...

31 Mayıs 2012 Perşembe

Zamana Bırakmak...

hani klasik bir laf vardır : zaman herşeyin ilacıdır diye
yada zamana bırakmak en iyisi deriz bazen.
peki hiç durup zaman nedir, ne menem bir şeydir
acaba ona bir şey bırakmalıyız gibisinden soruları
hiç kendimize soruyor muyuz?
bakalım zaman neymiş ;
her saniye
her dakika
her saat
her gün
her hafta
her ay
her yıl...
hiç durmadan, dinlenmeden hep aynı şeyi yapandır zaman.
insan durur,düşünür, uyur, yemek yer, tuvalet yapar, sevişir vesaire vesaire
hayvanlarda keza insanlar gibi düşünme kısmı hariç.
peki ya bitkiler? onlarda hep farklı şeyler yapar kısacası bu dünyada
yaratıldığından beri hiç durmadan aynı şeyi yapan tek bir varlık var : ZAMAN...
aynı noktaya aynı konsantrasyonla 5 dakika bile bakamıyoruz
ama zaman öyle mi? yoruldum diyemez, sıkıldım diyemez
acıktım veya çişim geldi diyemez.
hiç durmadan aynı açı ile aynı güç ile aynı baskı ile
kısacası her daim aynı hareketi yapar zaman.
ve biz bu kadar yüce bir varlığa saygı duyup, şükretmek yerine
ona bizim uğraşmak istemediğimiz şeyleri bırakıyoruz.
mesela bir çift kavga edip bir süre görüşmeme kararı almış olsun,
çevresindekilere ilk söyledikleri şey nedir?
ilişkimizi biraz zamana bıraktık...
bak bak lafa bak kime bırakmış? zamana bırakmış.
kime? dünyada her an aynı hareketi yapmak zorunda olana bırakmış.
zamanın işi gücü yoktu bir de bizim çocukluklarımızla uğraşacak.
bir durun, hele derin bir nefes alın ve sonra kendinizi zamanın yerine koyun
ve yukarıda yazdığım görevleri bir an için sizin yaptığınızı düşünün
kısacası biraz düşünüp empati ile zaman olun,
bakalım kaç saniye dayanacaksınız zaman olmaya.
zaman bana göre ona hiç bir şey bırakılmayacak kadar büyük
ve devamlı şükredilmesi gereken bir varlıktır.
canlıdır zaman. ama bir çoğumuza göre saatteki bir ibaredir o.
sadece şöyle bir durup kendinizi onun yerine koyduğunuzda ise
hanya ile konyayı anlıyorsunuz.
yapmayın, bırakmayın işinizi zamana
çünkü onun yapması gereken çook daha büyük görevleri var...

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Enkarnasyon...

en basit anlamı ile hayata başka bir beden ve kimlikle tekrar gelme.
dünya üzerinde yeniden doğuşa inanan milyonlarca insan var.
bende inanıyorum ancak genel "tekrar doğum" düşüncesinin biraz dışında benimkisi.

kendimizi bildiğimiz andan itibaren hep birşeyler isteriz hayattan. istedikten sonra da bekleriz.
bir çok insana göre isteklerimizin bir kısmı olur bir kısmı olmaz,
bir çok insana göre ise bu işte bir denge vardır yani olanla olmayan arasında denge vardır bazıları.

ben çok farklı bir şey söylüyorum. bana göre enkarnasyon vardır,
ancak bunu yaratan Tanrı, evren ve/veya başka herhangi bir şey değil
bunu yaratan tek varlık kendimizizdir.
şöyle ki küçük yaşlardan itibaren istediğimiz herşeyi ve olanları bir kenara not etsek
ve bu notları ölümümüzden az önce bir teraziye koysak görürüz ki
istediklerimizin çok büyük kısmı aslında gerçekleşmiş.
hatta bunu ben bir adım daha öteye götürüp oranlıyorum ve görüyorum ki
aslında yaşamımız boyunca istediklerimizin yaklaşık yüzde doksanı oluyor.
geriye yüzde onluk küçük bir kısım kalıyor.
işte o kısımda kalan isteklerimiz ise bir sonraki hayatımızın bazını oluşturuyor.
bir örnekle anlatayım ; küçük yaşta sokakta futbol oynayan bir erkek çocuk
geleceği için ne düşünür? çok tanınmış, çok para kazanan ünlü bir futbolcu olmayı.
olur mu? işte işin bana göre bakış açısındaki hilesi burada zira,
çocuğun geleceği için düşündüğü şeyin içinde aslında birden fazla istek var,
kontrol edelim ;
1.- çok tanınmış olmak
2.- çok para kazanmak
3.- ünlü olmak
4.- futbolcu olmak
5.- çok tanınmış olmak ve çok para kazanmak
6.- çok tanınmış olmak,çok para kazanmak ve ünlü olmak
7.- çok tanınmış olmak, çok para kazanmak, ünlü olmak ve futbolcu olmak
8.- çok tanınmış olan, çok para kazanan, ünlü bir futbolcu olmak.
hatta bunu onlarca madde ile genişletebiliriz mesela çok tanınmış bir futbolcu olmak
veya çok para kazanan bir ünlü olmak yada ünlü bir futbolcu olmak...
kısaca bakınca 11 yaşında sokakta top oynayan erkek çocuğa göre
aslında tek bir istek var o da yukarıda sayılanların hepsinin "1" arada olması...
ama istekleri tek tek ayıkladığımızda içinde onlarcasını barındırdığını görüyoruz.
peki şimdi hayat/evren/Tanrı vs. bu dileklerden hangisini bize verecek?
hepsini mi? bazılarını mı? hiçbirini mi?
küçük yaşımdan beri istediklerimi istediğim anda hep kafamın bir yerlerine yazan biri olarak
sizi temin ederim ki aslında yüzde doksan civarındaki bize veriliyor.
kalan yüzde onluk kısım ise evrenin kendi döngüsünü devam ettirme payı oluyor.
küçükken kendini çok tanınmış, çok para kazanan ünlü bir futbolcu 7
olarak görmek isteyen bir çocuk hayatının bir döneminde ;
ya tanınmış oluyor
ya çok parası oluyor
ya ünlü oluyor
ya futbolcu oluyor
ya da yukarıdaki dörtlünün kendi içinde becerdiği ikili,üçlü ve dörtlü kombinasyonlar oluyor.
bizler insan olarak isteklerimizi takip etmediğimizden ve
isteklerimizin dozunu,içeriğini, özünü vs devamlı değiştirdiğimizden sanki olmuyor sanıyoruz.
yaklaşık 10 yaşımdan beri hayattan beklentilerimi aklımın bir köşesine derin puntolarla yazdım.
bugün geri dönüp baktığımda belirttiğim oranın gerçekleştiğini görüyorum.
peki geri kalan kısım evrenin kendi işleyiş döngüsü dışında ne işe yarıyor?
işte zurnanın zırt dediği yer de burası zira bir çok düşünceye göre
insan bu dünyaya ruhunu tekamüle erdirmek için gelir,
yaşar, tecrübe kazanır, ölür ve bir süre sonra bu dünyaya tekrar gönderilir.
bana göre ise bu hayatı yaşarken isteklerimiz arasında olmayanlar
bir sonraki hayatımızı yaratan temel direkler.
yani bir sonraki enkarnasyonumuzu aslında biz kendimiz yaratıyoruz.
çünkü evrenin görevi belirli bir denge içinde ruha tekamül şansını vermek,
evren bana göre bizim isteklerimizin büyüklüğü yada boyutları ile ilgilenmiyor.
evren insana tekamül yolunda ilerlemesi için insanın kendine istediklerini
yerine getirebilme mantığı ile çalışıyor.
bir sonraki hayatımızı bugünden planlayabiliriz.
hatta bu hayatımızı bile bu mantığa oturtup dilediğimiz şekilde (yüzde doksan) yaşayabiliriz.
önemli olan isteklerimizi istediğimiz porsiyonlarda hiç unutmayıp oldukları zaman
olanlar için evrene şükretmek. çünkü biz bunu yaptıkça
evren bize istediğimizi vermeye devam edecektir.
enkarnasyon insanın kendisinin yarattığı bir hayata devam şeklidir.
farklı beden, farklı kimlik, farklı istek
ama başrol oyuncuları aynı : ruhumuz ve evren...

24 Nisan 2012 Salı

En Önemli 3 D...

hani çok moda ya bu aralar 3D,
bende yazayım dedim ama
benim 3D ile moda olanlar farklı
en baştan söyleyeyim de
sonrasında "aaaa başlıktan benzetme yapınca bizim 3D ile ilgili sandım" falan denmesin.
hayatın en önemli D'leri tam 3 tane ve sırasıyla
DÜŞÜNCE
DUYGU
DAVRANIŞ
bu hayatta düşünce ile başlamayan hiçbir şey yok.
gördüğümüz görmediğimiz her ama herşey düşünce ile başlıyor
ki bu yaradılışın ilk adımı oluyor.
düşüncenin peşinden duygu geliyor,
zira oluşan bir düşünce peşinden kendi ile ilgili
duyguyu da beraberinde getirir.
böylece ikinci adım oluşur.
ve işin sonucu yani kapanış davranış ile olur.
bir şeyi oluşturan düşünce,
düşünceyi şekle sokan duygu
duygunun dışa vurumu davranış.
bu aslında bir bakıma evrenin de çalışma biçimi.
o yüzden kendimizi "ben çok duygusalım" ya da "ben mantıkla yaşarım"
gibisinden hiç boşuna kandırmayalım. sistem budur.
eğer değiştirmek ve/veya törpülemek istediğiniz bir duygunuz veya davranışınız var ise
önce onunla ilgili olan düşüncenizi bulun.
düşüncenizi bulduktan sonra o düşüncenin
sizde hangi duyguyu oluşturduğuna bakın
ve sonunda ise oluşan duygunun sizde
nasıl bir davranış biçimi yarattığına bakın.
işte o zaman değişebilirsiniz...

27 Mart 2012 Salı

Haklı mı Doğru mu?

konuşuyorlar kendi aralarında,
biri hararetle başından geçen olayı diğerine anlatırken
karşısındaki hakim edasıyla pür dikkat onu dinliyor,
ve sonunda anlatandan dinleyene can alıcı soru geliyor ;
- abi sen söyle HAKSIZ MIYIM?...

hayatımın uzun bir süresi HAKLI olmak için uğraştım
ancak bir gün geldi ve anladım ki önemli olan
haklı olmak değil DOĞRU olmakmış.

haklılık insanın egosundan gelen
ve içi tam olarak egosal duygular barındıran bir terim.
ama doğruluk evrensel bir kavram.
bir olay oluyor peşinden ilk tepkimiz "haklıcılık"
peki diyelim ki haklı çıktın ama olay düzelmedi!!!
eee ne kazandık bu işten?
yaklaşık 12 yıl önce DOĞRULUK kelimesi ilk dikkatimi çektiğinde
oturup düşünmeye başlamıştım niye bu kelime beni bir anda böylesine çekti diye.
düşünmeye başladığında beyin durmadığından ötürü
bu sefer DOĞRULUK'un karşısında duran kelimelere baktım
ve dimdik ayakta duran HAKLICILIK kelimesini gördüm
tabi ki daha sonra ikisinin arasındaki fark,
bu farkın hayatımda yarattığı olumlu ve olumsuzluklar
bu olumlu yada olumsuzlukların geleceğime yansıması
vesaire vesaire
diye düşündükten sonra anladım ki eğer evrenle uyum içinde olmak istiyorsan
DOĞRU olman gerekiyor...
haklı olmak sadece o an için insanın içini rahatlatan
sonrasında ise karşısındakine kin duyması için
varlığını devam ettiren boş bir duygu.
12 yıl önce çıktığım bu yolda anladığım DOĞRULUK
bana hayatımda büyük başarılar kazandırdı
zira DOĞRULUK kendi içinde başarıya giden yoldaki
diğer ihtiyaçlarımızı da barındırıyor.
haklı olmak mı? doğru olmak mı?
iyice düşünün arasındaki farkı göreceksiniz.
görmekle kalmak istemeyenler ise
doğruluğu hayatlarına haklılık yerine kattıklarında ise
neler olacağını görecekler...

2 Mart 2012 Cuma

Kıçına, Ayağına...

sabah kalkar işe gidersin
neredeyse tüm gün üstüne oturursun
yetmezmiş gibi akşam eve gelirsin
yatana kadar yine üstüne oturursun
uyurken aldığın desteği yazmıyorum bile.
kıçından bahsediyorum;
vücudun ikinci büyük hamalı olan kıçımızdan.
nedendir bilinmez belki de takılan isimlerdendir ama
kıçımıza hiç ilgi göstermeyiz.
gözünü seveni,
burnuna tapanı
hatta dişlerine tek tek isim vereni bile gördüm
ama kıçına gerekli değeri veren çok az.
kıçınızla konuşun,
ona tüm gün sizi çektiği için teşekkür edin.
ve tabi ki kesinlikle ona masaj yapın.
elinize biraz yağ alın ve kalçalarınızı ovun
ilk anda içiniz gıdıklanacak belki de huylanacaksınız
ama yapmaya devam edin
göreceksiniz ki bir kaç dakika sonra ovmayı bırakmış onu yoğurmaya başlamışınız.
adım gibi eminim yoğuracağınıza
zira hayatı boyunca gözden uzak kalmış kıçımıza birazcık ilgi gösterince
kıç coşuyor ve fazlasını istiyor.
yoğurun kalçalarınızı ama dediğim gibi ayalarınızı yağlayın ki canınız acımasın.
iki kalçaya da aynı özeni gösterin, aynı zamanı ayırın.
ve tabi bunları yaparken onlarla konuşmayı da unutmayın.
bunu bitirdikten sonra sıra asıl hammala gelecek : AYAKLARIMIZ...
tüm gün ya ayakkabı ya terlik ya da çorap içinde hapsolmuş yaşarlar
ama bir günde kalkıp "gık" bile demezler.
yürü dersin yürür
koş dersin koşar
dur dersin durur
zıpla dersin zıplar
ne dersek onu yapar
peki ya biz onlara ne yapıyoruz?
insanların büyük çoğunluğu ayaklarına dokunmayı boşverin
bakamazmış bile. ben demiyorum araştırmalar diyor.
nasıl bir iştir bu anlamak mümkün değil.
yıllarca her gün ne dersek onu yapan ayakçıklarımıza bakamıyoruz bile!!!
kalça yoğurmayı bitirince yine yağ ile başlayın ayaklarınıza masaj yapmaya
eliniz ayaklarınız üzerinde her dolaştığında ne kadar rahat edeceğinize inanamayacaksınız.
az biraz da baldırlarınızı da unutmayın lütfen.
kıçıma ve ayaklarıma fırsat bulduğum her an masaj yaparım,
masaj yapmakla da kalmam
onlara şükranlarımı bildiririm.
kıçımı, ayaklarımı seviyorum
ve biliyorum ki
onlarda beni seviyor.
kısacası win-win olayı.
eee daha güzeli var mı dünyada?...

27 Şubat 2012 Pazartesi

Yeni Anlamlar...

kelime anlamlarına kafayı 14-15 yaşlarında iken takmıştım.
o dönemlerde oynadığım oyun
kafama takılan bir kelimeyi başka bir kelime ile eşleştirmekti.
aradan geçen zaman zarfında bir kelimenin "dip anlamını" kavrayabilmek için
farklı yollar öğrendim, keşfettim. özellikle kelime içindeki sessiz harfleri tutup
seslileri atıp onların yerine farklı sesliler koyarak aynı anlama gelen
kelimeleri gruplandırmak benim için tam bir oyundu.
ancak zaman geçtikçe günlük dilde kullandığım
ve insan için çok önemli bazı kelimelerin aslında üstüne yüklenen
anlamlar kadar önemli olmadıklarını görmeye başladım.
bu görüş ilk başlarda beni korkutmuştu zira sandviç kelimesinin
içeriğini ne kadar değiştirirsen değiştir insanı sarsmıyor/korkutmuyor
ancak ne zaman ki kelimeler derinleşmeye başladı işte o zamanlar korkmaya başladım
zira üzerinde oyun oynadığım kelimeler vicdan gibi, umut gibi, birlik gibi
kelimeler olunca aslında kelimenin kendisinin o kelimeye
yüklenen anlam kadar önemli olmadığını gördüm.
korkuya alışmaya başladığımda ise bu tip günlük yaşamda çok yer kaplayan
kelimelerin aslında içlerinin çoğunlukla boş olduğunu
ve toplum tarafından sanal olarak doldurulmuş olduklarını gördüm.
ve tabi atılan her adım, derine her gidiş bende yeni kapılar açtı.
taa ki belirli bir süre öncesine kadar. ve bir süre önce
hayatımda büyük porsiyon yer kaplayan bu kelimelerin anlamlarını
yeniden yazmanın zamanı geldiğine inandım.
yukarıda örneğini verdiğim bazı kelimelerin kafamdaki
sözlük anlamlarını yeniden yazdım ve kafama artık yeni manalarını yerleştirdim.
bunu yaptığım anda ilk farkettiğim şey "farklılaşmışlık" oldu.
evet bir kelimenin anlamını yeniden yaratmak insanı bir tekilliğe
bir yanlızlığa götürüyor ve bu gidişler karşıdaki insanlar tarafından çoğunlukla
"ya sen çok zor birisin" şeklinde yorumlanıyor
ancak içi ağırlıktan hafifliğe geçmiş yeni kelimelerimin kendimle yaptığım
düşünsel çarpışmalarımda beni ne kadar farklı yerlere götürdüğünü anlatamam.
dünya değişiyor,
doğa değişiyor,
ağaçlar,
su,
insan
kısacası bu yerküre üzerinde var olan herşey değişiyor ama
kelimelerin anlamları, içlerinde barındırdıkları değişmiyor!!!
bana göre burada bir yanlış var.
herşeyin değiştiği bir hayatta kelimelerin anlamı nasıl olabilir de
yüz yıl öncesi ile aynı kalabilir?
işte o zaman insan anlıyor ki insanı gelişimden geri tutan şey
kelimelerin manalarını yenileştirmemek.
bu blogta daha önceki umut gibi içi dolu ama anlamı bomboş bazı kelimeler ile
ilgili yazılar yazmıştım. zaten yazdıktan sonra da yeni anlamlı umut kelimesini
önce kafama sonra da hayatıma yerleştirip o şekilde düşünmeye başlayınca
hafiflediğimi hissettim. hissediyorum hatta bunu görüyorum.
sizin için ok önem taşıyan 5 kelimeyi bir kağıda yazın,
sonra her bir kelimeye aynı süreyi ayırarak o kelimenin sizin için
ne anlam ifade ettiğini yazın. sonra arkanıza yaslanıp çocukluğunuza,
bu kelimeleri hayatınızda ilk kullanmaya başladığını anlara dönün.
göreceksiniz ki o günlerden bu günlere o kelimeler hiç anlam değiştirmemiş.
hayatınızı değiştirmek istiyorsanız önce kelimelerin anlamını değiştirin.
hemde en can alıcı kelimelerin. örnek mi?
vicdan
ahlak
birlik olmak
din
Allah
cesaret
kardeş
sevgi
bu listeye istediğiniz kelimeyi ekleyebilirsiniz.
bunu yapınca göreceksiniz ki sanki bu kelimelerin sizdeki
eski anlamları sanki bacağınızdan yapışmış sizi hep dibe doğru çekmek istiyorlar.
yenilenin, anlamları yenileyin. korkmayın bir şey olmuyor...

10 Şubat 2012 Cuma

Kar, Sabır, Bilgi...

kar yağıyor ya durmadan,
çıktım balkona izlemek için
zira doğa çok bağımsız, hiç insan gibi değil
yağacağım dediğinde yağıyor, duracağım dediğinde duruyor.
çok severim doğanın bu bağımsız duruşuna.
neyse dolambaça sokmayalım lafı ;
kar doğanın en sessiz halidir.
dikkat etmişsinizdir kar yağarken doğayı bilinmez bir sessizlik kaplar.
çıt çıkmaz o an hiç bir şeyden, kuş bile ciklemez.
tüm doğa ve ona ait olanlar sanki kara saygı gösterir gibisinden
susar ve kenara çekilip sahneyi kara bırakırlar.
işte kara duyulan bu saygı doğayı anlayıp kendimize katabileceğimiz bir derstir aslında.
kar hiç telaş etmez yağarken, yağmur gibi aceleye getirmez işini.
yavaş yavaş dökülür gökten ve düşeceği yerin planını yapmaz.
yani sabırlıdır kar. doğa da karın bu sabrına sabırla bekleyerek karşılık verir.
zira doğa karın yağmasındaki hayrı, getirip götüreceklerini çok iyi bilir.
karın yağışını seyredip bu yazdıklarımı düşünürken
doğanın gösterdiği sabrı da düşündüm.
dedim doğa gibi sabırlı olmak için insanın neye ihtiyacı var?
düşününce de buldum : sabır ancak ve ancak bilgi ile gelir.
bilgilendikçe sabretmeyi öğrenebiliyoruz.
doğa yaradılışı itibarı ile bu konuda bizden önde,
bizden önde olanın izlediği yolu anlayıp, takip edersek
o zaman bizde bir gün doğanın sabrına ve bileliğine ulaşabiliriz.
ama işe başlamak için ihtiyacımız olan ilk anahtar bilgi.
peki ne hakkında bilgi? bilginin boşu dolusu olmaz.
herşey hakkındaki bilgi bizi sabır konusunda bir adım öteye taşır.
bilgili olmak için önce istemek sonra kendimize zaman vermek gerekir.
örneğin kırmızı elma dalında iken önce çiçek oluyor sonra yemiş haline geliyor
daha sonra yeşil oluyor ve en sonunda yenebilecek hale geliyor.
ne yaparsak yapalım bu süreci uzatamıyor yada kısaltamıyoruz.
zira elma ağacındaki tohum önce çiçek olmak istiyor ve bunun için kendine zaman veriyor
sabrediyor, bekliyor ve yemiş haline geliyor.
yine fırlamıyor yırtık dondan fırlar gibi : aaaa hadi ben oldum artık demiyor.
yine bekliyor taa ki yeşil olana kadar ve en sonunda mükemmellik derecesine
yani kırmızı haline ulaşıyor ve yenebilir oluyor.
kara baktım bunları gördüm...

3 Şubat 2012 Cuma

Facebook'ta...

1.- doğum günü mesajlarına
2.- her gün sağdan soldan okunan özlü sözleri ders verir gibi duvarına taşıyanlara
3.- facebook olmadan nefes bile alamayanlara
4.- herkesin bildiği şarkıları defalarca tekrar tekrar dinletmeye çalışanlara
5.- gittiği yeri noktasına kadar yazanlara
6.- yakınlarını kaybedenlerin kayıplarını sayfalarına yazmalarına
7.- bu ilanları görüp çooook üzüldüm mesajı atanlara
8.- çooook üzüldüm mesajı attıktan 30 saniye sonra başkasının mutlu bir mesajına gülebilenlere

ve facebook'ta bunun gibi herşeye kıl oluyorum.
adam siteyi sanki herşeyimizle teslim olalım diye yapmış, tövbe tövbe.
ve tabi son olarak geçenlerde gördüğüm aşağıdaki mesajı yazanlara
ötesi kıl oluyorum...
yazılan mesaj : ayy facebook olmasa napardık!!!!!
altına yapardın hayret bir şey yahu.
ne yapacaksın kafanı çalıştırırdın.
ama zor iş dimi...

24 Ocak 2012 Salı

Şablon...

tanıdığımız her kişi hakkında aklımızda bir şablon vardırbu şablon o kişi ile aramızda geçen olaylara göre şekillenir
ve buna göre olacak olaylar henüz olmadan o kişinin
neye nasıl tepki vereceği hakkında bir fikrimiz oluşur.
burada problem, kafamızdaki şablonun çoğunlukla aynı kalmasıdır.
örnek verecek olursak biri sizinle her konuşmasında yüksek sesle konuşuyor olsun
o kişinin bir kaç kez size yüksek sesle konuşmasına izin verirsiniz
ama zamanı geldiğinde o kişiye neden benimle yüksek sesle konuşuyorsun diye sorarsınız
kişi bunun farkına varıp sizinle bir sonraki konuşmasında ses tonunu ayarlar
bu örneğe devam edelim zira sorun bunun biraz ötesinde.
diyelimki bu kişi uyarınıza sonraki 10 konuşmasında dikkat edip
sizinle yüksek sesle konuşmamış olsun ancak 11. seferinde yüksek sesle konuşursa
ilk yaptığımız iş aklımıza yerleşmiş olan şablonun otomatik olarak işlemesi
ve o kişiye "sana daha öncede bana yüksek sesle konuşma" demiştim demek olacaktır.
peki o kişinin 10 sefer gösterdiği çaba ne oldu??? tek kelime ile çöpe gitti.
o kişi alışık olduğu düzenin dışına sizin uyarınızla çıkmaya çalışması,
sizinle alçak sesle konuşmak için kendine telkinde bulunması,
çabalaması ve tüm verdiği uğraşa ne olacak???
10 kere sizin istediğiniz gibi konuşsa bile bir kere aynı hatayı yaptığında ise
o kişiye hemen yapıştırıyoruz lafı ;
zaten seninle hep aynı sorunu yaşıyorum...
haydaaa yahu bir dur, bir nefeslen, bir geriye dönük
o kişinin verdiği çabayı düşün, hemen kurban etme.
değişmek dünyanın en zor şeyi.
kendimiz için çok üstüne düşmesekte karşımızdakiler için
hemen olsun, değişsin istiyoruz.
lütfen insanlara şans verin ve onlara değişebilecekleri yönünde destek olun.
eğer çabayı görüyorsanız onu idam etmeyin,
aynı yanlışı birkaç sefer yapmayıp sonrasında tekrar yapıyorsa
ona bunudaha önce kullandığınızdan daha farklı bir şekilde anlatmaya çalışın.
bu karşınızdaki ile iletişiminizde iletişimi rahatlatacak noktadır.
peki kendinizdeki otomatik şablonu nasıl değiştireceksiniz?
gördüğünüz üzere karşıdakinden beklentimiz onun değişmesi yönünde
peki kendimizi, aklımızdaki otomatik şablonları değiştirmek?
unutmayalım ki evren dualite üzerine kurulmuştur.
dişinin erkeği, etkinin tepkisi, yavaşın hızlısı ve daha niceleri
bize evrenin işleyişini çok güzel anlatıyor.
karşımızdakinin değişmesini istiyorsak işe önce
kendi otomatik şablonlarımızdan başlamalıyız...

6 Ocak 2012 Cuma

Anam Anammm...

pakize suda televizyonda sokakta yürüyen halka basit sorular sorup
neyi ne kadar bildiğimizi kabak gibi ortaya çıkarıyor.
son izlediğim programında sorduğu soru şu ;
- 1 yılda kaç hafta vadır?
evet yanlış okumadınız, sokaktan geçen
yaşlısı-genci, güzeli-çirkinini çevirip,sağcısı-solcusu aynen bu soruyu sordu.
halkımızın vediği cevaplara bir göz atalım ;
- eeeee 4!!! yok o aydı, yılda hmmmm zor soru!!!
- 52
- 48
- valla yeni uyandım!!!
- şimdii hesaplayalımm hmm 1 ayda 4 hafta varsa 1 yıldaaaaa e basitmiş canım 44!!!
- 52
- 40 falandır sanırım!!!
- ay ne bileyim ben!!!
- hangi takvime göre!!!
- 52
- 46!!!
- ben anlamam öyle işlerden!!!
- aa utanırım ben yanımdakine sor!!!
- 52
- 43!!!
bu böyle uzayıp gidiyor.
ortalama 3 kişiden 1'i doğru cevap veriyor, diğerleri ise içler acısı.
anam anammm ben başka ne diyeyim ki?
!!!

4 Ocak 2012 Çarşamba

Gibi Değil...

gibi yaşıyoruz hayatımızın büyük bir bölümünde.
biri gibi
bir şey gibi
bir gün gibi
gibi de gibi
hep başka biri, başka bir şey gibi olma çabamız.
kimse çıkıp sormuyor neden ki gibi olmak?
neden başka gibi olmak?
neden kendimiz olmamak?
çok mu eksiğimiz var ki başkası gibi olmak istiyoruz?
kendimizi yetersiz mi görüyoruz?
gibi olmak istediğimiz o başka kişilerinde her birininde
başka biri gibi olmak istediğini unutmayın.
illa birine benzemek ise amacınız kendinize benzeyin.
insanın kendinden daha eşsiz bir şey olabilir mi?
unutmayın gibi olmak istediğiniz kişi ile bizim beynimizin
gramajı aynı
kıvrımları aynı
renkleri aynı kısacası herşeyi aynı
sadece kullanışımız farklı.
Tanrı'nın her birimizi yaratırken ortaya çıkardığı şaheseri görmek için
aynaya bakın, başkasına değil. başkalarının iyilerini kendinize örnek alın
ama sadece örnek alın, onun GİBİ olmakla uğraşmayın
zira hiçbirimiz bir diğerimiz olamayız, sadece gibi olabiliriz.
ben gibiyi değil aslını severim. gibi kelime anlamı olarak bile
içinde yetersizliği barındırıyor. o halde kendimi
neden bir yetersizlik belirtisi olan bir kavram ile eşleştirip
hayatımı buna göre yaşayayım ki?
yanlış yapmak ayıp değildir. aynı yanlışı üst üste yapmakta ayıp değildir, aptallıktır.
ya bak bilmem şu kişi bu konuda hiç yanlış yapmıyor deyip
kendimize o kişiyi değil onun izlediği yolu örnek almalıyız.
unutmayın dünyaya doğan hiçbir varlık eksiksiz değildir.
eksikli olduğumuz için doğuyoruz ki bu hayat tekamülümüzde eksiklerimizi giderelim.
dünyadaki her kişi kendi yanlışlarını bilir. önemli olan başkasına bakıp
onun gibi olmak yerine bildiğimiz yanlışları yapmayanların yolunu örnek almaktır.
birini kendinize idol yapmak yerine düşünceyi kendimize totem yapalım.
çünkü dünyadaki hangi din kitabına hangi felsefik düşünceye bakarsanız bakın
ortak göreceniz bir tek şey vardır;
düşüne düşüne zirveye ulaşırız.
amaç zirveye ulaşmak ise kişilerle değil onların düşünceleri ile yaşamaktır bence doğrusu.
boşverin kendinize idol aramayı,
kendiniz kendinize yetersiniz,
yeter ki kendinizdeki potansiyeli anlayıp ortaya çıkmasına izin verin...

2 Ocak 2012 Pazartesi

Çikolata...

çikolatayı sağlık sebepleri dışında yemeyen pek azdır.
ancak burada önemli olan çikolatayı nasıl yediğimizdir.
gözlemlerimde 2 çeşit çikolata yiyen insan olduğunu fark ettim,
ilki çikolatayı yiyenler, ikincisi çikolatayı öldürenler.
çikolata vücutta eridiğinde direk seratonin salgısını arttırdığından
insana mutluluk hissi veriyor, o yüzden aslında çikolata dikkatli
tüketilmesi gereken bir eğlence aracı.
sınıflandırmadaki ikinci bölüm insanları yani çikolatayı öldürerek yiyenler
ki ben bunlara çikolata katili diyorum,
bu insanlar bilinç dışı olarak seratonin artışını çabuk hissetmek istediklerinden
çikolatayı iki lokmada bitirirler. tabi burada önemli bir nokta var
ki o da ucuz çikolata. eğer yediğiniz çikolata ucuz malzemelerle üretilmiş,
seri üretimden çıkıyorsa çikolata katilleri bu ürünleri çok daha çabuk tüketiyor.
çikolata katilleri için yapılabilecek pek bir şey yok
çünkü çikolataya saldırış onlar için bir tarz.
ancak çikolatayı hemen yiyenlerin ve ucuz çikolata tüketenlerin
bilmesi gereken çok önemli bir nokta var,
seratonin salınımını çabuklaştırdığımızda vücut otomatik olarak
bir sonraki tüketimde biraz daha hızlı seratonine kavuşmak istiyor.
hal böyle olunca çikolata tüketimi artıyor hem de boş yere.
yani çikolatanın sağladığı mutluluğa ulaşabilmek için
ürün her seferinde biraz daha fazla tüketilerek
beynimizin işleyiş kimyası bozuluyor zira beyin seratonin salınımını
insanın psikolojik dürtülerine göre hesaplıyor.
seratonin vücut kimyasında "sonsuz" bir şey değil.
eğer çikolatayı savaşır/öldürür gibi ve ucuz çikolata tüketenlerdenseniz
bilin ki orta yaştan yaşlılığa yelken açtığınızda hayatınızda "mutluluk" hep eksik kalacak
çünkü vücutta salınacak seratonin kalmayacak.
halbuki kendinizi ilk gruba sokabilirseniz yani çikolatayı "yiyen" olursanız
seratonin hayatımızın sonuna kadar yeterli.
bu sınıfta olabilmek için bazı önemli noktalar var ;
1.- kesinlikle seri üretim çikolata yenmemeli
2.- cebinizden geldiği kadar butik ve pahalı çikolatalara yönelin
3.- çikolata yemeyi öğrenin.
ne demek çikolata yemek;
çikolata bana göre saygı duyulması gereken bir tüketim maddesi
zira insanın hakimiyetinde olmayan bağımsız bir mutluluk sağlayabiliyor
hakim olamıyorsam saygı duyarım.
o yüzden düşüne düşüne tabi ki "BENCE" bir çikolatayı doğru yeme yolu keşfettim,
öncelikle ağzınıza koyacağınız çikolata parçası
ne çok büyük  ne de çok küçük olmamalı
zira çikolata psikolojik etkenlere de bağlı olan bir madde olduğundan
gözün gördüğü büyüklük/küçüklük burada doğru tüketime direk etki eder.
orta boy bir lokmadan az büyük bir parça çikolatayı alın ve ağzınıza atın,
hemen çiğnemeye başlamayın. bekleyin,
yani çikolataya saygı duyun ve sizin onu parçalamanızın değil
onun ağzınızda erimesi için biraz zaman verin.
çok değil göreceksiniz ki 2-3 dakika içinde ağzınızdaki
çikolata dağılmaya başlayacak.
bunun böyle yapılmasının sebebi ise ağzımızdaki tükürük asitlerinin
çikolataya yavaş yavaş hakim olmasını sağlamak
zira bunu yaptığımızda yani çikolataya erimesi için gerekli süreyi verdiğimizde
çikolata tükürüğümüze karışıp direk beyne olan yolculuğuna başlayacaktır.
ağızda çözülen çikolatayı yavaşça emmeye başlayın,
dikkat şu ana kadar hala ısırma işlemine geçmeyin.
1 parça orta boydan hallice bir lokma çikolataya
ağzımızda kendi kendine erimesi için fırsat verdiğimizde
yaklaşık 2-3 dakika sonra seratonin patlaması başlayacak
ve vücut size "bana daha çok çikolata veri, daha çok istiyorum" demeyecektir.
zira yavaşça dağılan çikolata katır kutur arka arkaya ağza atılan
çikolata  ile aynı zamanda aynı işi görecektir.
böylece hem sağlıklı bir tüketim yapacaksınız hem de tüketiminiz azalacak.
çikolataya saygı gösterin ki ileride mutlu olmanızı sağlayacak
etkenler vücutta erkenden tükenmesin...