22 Mart 2010 Pazartesi

Fantastik Dörtlü...

ait olmak...
bir şeye
bir yere
bir renge
bir anıya
bir kişiye
veya birkaçına ya da hepsine
neden sanki birşeylere ait olma mecburiyetimiz var olduğunu düşünüyoruz?
çünkü ait olmanın aslında düşünsel değil hissel olduğunu kavrayamıyoruz.
neden?
çok basit
çünkü hissel yaşamak bizi korkutuyor.
yaralanmaktan
kırılmaktan
üzülmekten
sevgisiz kalmaktan
kısacası bir çok şeyden korkuyoruz.
bundan dolayı da kendimizi birşeylere aitmişiz gibi düşünüyoruz.
aslında bu dünyada bir çok şeyi düşünsel yapmıyor muyuz?
sorun da burada değil mi zaten?
sevgimiz bile düşünsel, hissel değil
karşımızdakinin önce yüzüne sonra tavırlarına sonrasında ise düşüncelerine bakıyoruz
eğer aklımızdaki listeye uygunsa "seviyoruz".
çok uygunsa "aşık oluyoruz"
peki sonra?
birşeyler oluyor ve ayrılıyoruz.
ne diyoruz?
sevgi bitti...
bak bak lafa bak
ne bitmiş?
elle tutamadığın, gizle göremediğin
sadece içinde biryerlerde olduğunu "düşündüğün"
ama nerede acaba diye düşümediğin zaman tam olarak hissettiğin şey bitebilir mi?
aidiyetin sevgiyle ne alakası var yahu mu diyorsun?
cevabı basit
aidiyeti aradığın yer yanlış
aidiyet altında korku barındırır dedik mi dedik
neden altında korku olan birşeylere ait olma çabamız?
neden korkuyoruz?
bizi kim korkuttu?
yoksa biz böyle mi yaratıldık?
"O" bizi kendi suretinden yarattı ise demek korku O'nda da var.
peki siz hiç acaba "O" korkularıyla yüzleşiyor mu diye düşündünüz mü?
belki "O" bile yapıyordur bunu.
peki "O" deyince aklınıza gelen ilk kelime ne?
benim aklım "O" deyince ilk "sevgi" geliyor.
eğer "O" sevgi ise heryeri, herşeyi sevgi demektir.
herşey olan sevginin içinde korku var mı?
eh yukarıda suretinden yarattıysa diye düşününce O'nda da var demedik mi?
dedik.
o zaman burada doğru olmayan bir şey var,
"O" herşeyi ile sevgi ise ve o sevginin içinde, küçücük bir yerinde korku varsa
demek ki biz ya "O" nu anlamamışız ya da kendimizi
çünkü biz sevginin içindeki küçücük korkuların değil
kocaman korkuların içinde küçücük sevgicikleri yaşayan varlıklarız.
ya "O" yanlış ya da biz.
korktukça ait olmuşuz,
sevgiliye
memlekete
takıma
yemeğe
içkiye
ota,boka
kısacası korkularımızla bizi yüzleştirmeyecek herşeye ait olmuşuz.
ama bir noktayı unutmuşuz
haklı olan "O"
çünkü "O" sevginin içinde korkuyu yaşarken, biz korkunun içinde sevgimsi birşeyler yaşıyoruz.
peki neye ait olacağız o zaman?
"O" na mı?
sevgiye mi?
neye?
sizi bilmem ama ben kendime ait olmak istiyorum
istiyoruz diyorum çünkü başarabilmek için ne kadar süre çalışmam gerektiğini bilmiyorum
işte bu yüzden "istiyorum"
korkularım bitti mi?
hayır tabi ki
neden?
çünkü henüz aidiyetlerim bitmedi.
bir çok aidiyetimle olan kopmaz gibi görünen, o beni sarmaşık gibi saran başı kopardım.
mesela ben artık kendimi türk gibi görmüyorum
dünyanın belirli bir yerinde doğmam gerekiyordu burada doğdum
peki bu beni ölene kadar buralı mı yapar?
hayır.
bize din diye yutturulmaya çalışılan ama asıl adının bence din değil de "korkular silsilesi" olması gereken şeye karşı da aidiyetim neredeyse kalmadı.
oğlumun sulu boyasını karşıma koyup renklere bakıyorum
eskiden kırmızıya idi aidiyetim
ama şimdi bakınca kırmızı ne kadar güzelse diğerleri de aynen o kadar güzel geliyor.
galatasaray aidiyetime ne oldu peki?
maç izlemek, o maçı kazanmak, feneri yenmek hala çok güzel,
amaa tek farkla
kaybedince kazanana bakıp onların eğlencesine ortak oluyorum fenerliler hariç tabi ki :)
bir okulda okuduktan sonra yıllar boyu belki ölene dek kendimi o okulun bir parçası gibi görmek
yani o okula ait olmak
ıyggy ne gereksiz...
bunun gibi onlarca şey daha sayabilirim
aidiyetin pençesinden kurtulma düşünsel derslerim bölüm biri yaparken dikkatimi çeken bir kelime oldu
kafamın içinde amaçsızca dolaşan, oradan oraya kayıp giden
sanki sert lodoslu bir havada yemeğini yuvasına taşımaya çalışan bir karıncanın savrulması gibi
kafamın içinde savrulup duran.
ilk başlarda o kelimeyi bir yerlere oturtmaya çalıştım, oturmadı
inat ettim, olmadı
nuh dedi peygamber demedi.
ama bende inadım inat götüm iki kanat illa o kelimeyi bir yerlere oturtacağım ya,
bir gün geldi durdum ve "aaaa ne salaksın" dedim kendime
neden?
çünkü o aklımda bir sağa bir sola uçuşup duran kelimeyi bir yerlere oturtma isteğimin aslında
o kelimeyi bir yerlere ait etme çabam olduğunu anladım
durdum,
gülümsedim
aptallığıma
şapşallığıma
çocukluğuma
gülümsedim
gülümsemek gülmek demek değildir
gülmek içinde mutluluk barındırırken
gülümsemek içinde yılları barındırır.
aldığınız dersin yıllar sonra dışavurumu gülümsetir insanı
dersini yıllar önce almışsındır ama tecrübesini yaşamamışındır
aldığın ders boşlukta dolanır durur taa ki tecrübesini yaşayana kadar.
ve tecrübeyi yaşadığın an "gülümsersin"
belki için burkularak
belki için acıyarak
belki yüzündeki ifade gülümseme ile pozitif görünür ama için negatiftir
belki belki belki
dediğim gibi gülümsemenin içeriği çok zengindir.
gülümsedim çünkü aldığım dersi anlamanın yani tecrübe etmenin zamanı gelmişti.
o kelimeyi bir yere oturtmak zaten var olan ve yürüyen çarkı devam ettirmek demekti.
o kelime : empati...
kimine göre kendini başkasının yerine koyma
bana göre ise başkasının hissettiğini hissedebilme çabasının gavurcası,
empati başladığında ilk yaşadığım karşımdakinin korkuları oldu.
sonra anladım ki karşımdaki ile sadece korkularımız farklı
bana basit gelen bir korku karşımdaki için aşılamaz bir duvar gibi görünüyor.
o anda dedim ki "bu korkuları ben yaşamıştım, şimdi ise o yaşıyor, onu küçük görebilirim ya da onunla korkusuna ortak olup, korkmamanın bir alternatif olduğunu gösterebilirim
eh kantarın topuzunu kaçırmıyor değilim, kaçıyor arada bir.
kaçarsa kaçsın önemli olan topuz kaçsa da alternatifi gösterebilmek
aidiyet
korku
sevgi
empati
ilginç bir bileşim değil mi?
ya dışındasındır çemberin ya da içinde
bu senin kararın
aidiyet+korku mu yoksa sevgi+empati mi?...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder